yüzyılın melodisinin romanı...

Yüzyılın melodisinin romanıdırbu. Bu romanda bazı isimler kişiler olgular olaylar yerler bazı kişileri veya yerleri çağrıştırması tamamen tesadüfidir. çünkü bu romandaki herşey imgeseldir,düştür,hayaldir.

Kişi ve toplulukları incitmeye değil yüceltmeye hasrettir.

Ve bu roman genelde yurdum insanından bahseder. anlatmaya çalışır gücü yettiğince,becerebildiğince...

Bu roman özellikle yurtdışında,gurbette yaşayan ve yurdumun adını her duyduğunda içi titreyen, heyecanlanan, gözleri dolan yurdum insanına sunularak adanmıştır. roman yayına hazır hale getirilmektedir. Çok yakında anlaşmak üzere olduğumuz kitabevi tarafından basılacaktır. bu sitede romanın yarısından fazlası sayın okuyucuların dikkatine ve beğenisine sunulacaktır.dilerim beğenenlerden kimileri gidip bu kitabı satın alır veya eşe dosta bahseder. beğenmeyen ilk bir iki sayfadan sonra okumayı bırakır zaten...,

dilerim beğenirsiniz... lütfedip yorum yazarsanız ayrıca sevinirim.

saygılarımla,

Yahya GÜNEŞER

21 Ocak 2010 Perşembe

neremineremi

Müjdeler olsun ve şükürler olsun! Duyanlar; duymayanlara duyursun, duymayan kalmasın, herkes mutlu ve de mesut olsun. Ülkemiz dünya çapında bir başarının daha sahibi oldu. Böylesi büyük bir başarıyı kazanan ve kazandıran herkese sonsuz teşekkürler olsun. Bu başarının tarihi; ajandalara takvimlere nakşolsun. Her sene o gün milli bayram olsun. Milli bayram olmaz ise bile anılsın kutlanılsın. O günde çeşitli kutlamalar, konuşmalar yapılsın. Resmigeçitler tertiplensin, fener alayları düzenlensin. Bu başarının içeriği ile ilgili olarak güzel ülkemizin pek çok yerine bu başarı ve bu başarıya imza atanların anısını yaşatmak adına şehirlerimizin meydanlarına ve ana caddelerine bu başarıları hatırlatan isimler konulsun. Bu başarı ile ilgili olarak şiirler yazılsın, şarkılar bestelensin hatta aryalar, operalar, baleler sahneye konulsun. Fotoğraf yarışmaları düzenlensin… Resim sergileri açılsın. Gerek bronz veya diğer madenlerden dökme; veya granitlerden, taşlardan yontma envai figürlerde heykeller yapılsın… Rölyefler kabartmalar yapılsın… Halılar dokunsun…

Velhasıl bu başarıyı ölümsüzleştirmek için ne gerekiyorsa yapılsın. Her şeyi yaptık! Müsterihiz artık! Asla diyemeyiz belki ama ne kadar çok şey yaparsak o kadar azıcık içimiz rahatlasın.
Nerede davulcular? Zurna timleri nerede heeeey? Nerede mehter alayları? Şehir bandoları? senfoni orkestraları? Filarmoni orkestraları? Neredesiniz? Borazancıbaşı bırak yem borusu çalmayı artık zafer borusu çal hadi durma “-bir daha çal Sam, for sake!” Hesabı olsun…
Sopranolar… Mezzolar… Altolar… Tenorlar… Baslar… Baritonlar… Haykırın bu başarıyı inlesin dağlar taşlar meydanlar heeeey hey de yine de hey hey!
Şimdi iyi tamam da bu başarı nedir diye soranlarınız olacaktır elbet. Onu da açıklayayım efendim. Uluslar arası düzeyde düzenlenen yirminci yüzyılın en iyi müzik eseri yarışmasında bir Türk eseri uzak ara ile birinci seçildi. Bu olağanüstü büyük başarı ne yazıktır ki ülkemiz insanına anlatılamadı. Haber verilemedi. En büyük sebebi de efendim çok af edersiniz ama ‘malum medya’dır. Şimdi “-her olumsuz gelişmeyi aynı cihete bağlama hastalığına sen de mi yakalandın birader?” Diye soracaksınız ama işin içyüzü öyle değil. Güzel ülkemizin gerek ‘malum medya’sı, gerek ‘iki buçuk gazete’si, gerek ‘onların medya’ sı, gerek ‘ötekilerin medya’sı, gerek de ‘hariçten gazel atan medya’ başta olmak üzere dünyanın hemen hemen hiçbir ülkesinde rastlanmayacak kadar zengin çeşitlilikte bir medya ürünleri gamı olmasına rağmen… Şeyy, Bu ürünler gamı kelimeleri biraz fazla okumuş işi gibi oldu. Ürün çeşitliliği diyelim de fazla ukalalık yapmış gibi olmayalım. Ayıp olmasın. Evet! Onca medya ürünü var iken necip milletimize bu başarı aksettirilemedi. Dolayısı ile bu başarıyı güzel ülkemizin kıymetli mensuplarına aksettirmek şerefi tarafıma nail olduğundan dolayı duymuş olduğum mutluluğu anlatabilecek kelimeleri peş peşe yazabileceğime olan inancımı dışa vurmakta bile zorlanacağımdan… Ben bu cümleyi bağlamakta pek başarılı olamayacağım galiba diyerek yarım bırakmakta fayda görmekteliğimi belirtip konuya gireyim.


Her şey oturduğum evdeki posta kutusunda üzerinde adımın yazdığı o zarfı bulmamla başladı…
Zarfı alıp arka yüzünde yazanları dikkatle okudum. Evet, bana gönderilmişti. Adım ve adresim doğru yazılmıştı… Ancak gönderen kuruluşun antedini tanımlamakta oldukça zorluk çektim. Bu zarf yurt dışından gönderilmişti.
Hani eski zaman tasavvuf erbaplarından biri*-her ne ararsan kendinde ara… diye başlayan sözler etmiş ya… Günümüzde her ne ararsak altında bir dış odak, bir dış mihrak olabileceği takıntısı tüm toplumumuzun üzerine bir karabasan gibi uzun yıllardır zaten çökmüştü. Titreyen ellerle tutmakta idim zarfı. Hızla evime çıktım. Dairenin kapısını açtım. İçeri girdim. Ve elimdeki zarfı usulcacık ve dikkatli bir şekilde salondaki sarı mermer masanın üzerine bıraktım. Hemen mutfağa koştum. Kalın kauçuktan yapılmış bulaşık eldivenlerimi ve yüz maskemi taktım. Güneşin en zararlı ışınlarını bile süzmeye muktedir; son derece pahalı güneş gözlüğümü çekmeceden çıkarıp burnumun üzerine dikkatlice yerleştirdim. Başıma bir tane hasırdan geniş kenarlı şapkayı da kafama geçirdim. Sonra masaya yaklaştım. Zarfı elime aldım. Ve itina ile kenarından yırttım. İçinden kalınca bir parşömen kağıdı çıktı…

Açıp dikkatlice şöyle bir göz attım. Üst köşesinde zarftakinin aynı antet vardı. Sonra yazılanları okumaya başladım. Mektup benim de iyi bildiğim; uluslar arası düzeyde kabul gören bir yabancı dilde yazılmıştı. Gönderen yeri de amblemi de hatırladım. Uluslararası muteber şairler, yazarlar, eleştirmenler, filozoflar ve düşünürler derneğinden geliyordu. Bu dernek dünya çapında örgütlenmiş ve son derece saygın bir sivil toplum kuruluşu idi. Üyelerini titizlikle seçerlerdi. Benim gibi büyük bir şair ve yazar dahi pek çok mülakatlara alınmış, uzun uzadıya eserlerim irdelenmiş, uluslar arası bilim ve sanat dergilerinde yayınlanmış olan makalelerim gözden geçirilmişti. Tüm bu inceleme çalışmalarının sonunda Ülkemizden bir tek ben üyeliğe kabul edilmiştim. Gerek ülkemizde, gerek bazı batı ülkelerinde bu kuruluşun adı hafifçe çarpıtılarak ‘sıyrıklar derneği’ ya da ‘çatlaklar derneği’ olarak anılıyordu. Ancak bu tür sataşma ve dalga geçmelerin üyeliğe başvuruları kabul edilmeyen ve kendilerine yazarçizer sıfatını çekinmeden yakıştıran kimi pespaye, pejmürde ve döküntülerin hezeyanları olduğunda tüm üyelerimiz hemfikir idi. Bu tarz yazarçizerler ile polemiğe girmek kesin yasaktı. Uymayanlar üyelikten derhal çıkarılırdı. Dolayısı ile ara sıra derneğimize yapılan hakaret, alay ve suçlamaları görmezden gelmek genel politikamızdı. Eh bu durumun dilimizdeki tam karşılığı ’kıskananlar çatlasın’ deyimi idi.

İşte bizim bu uluslararası derneğimiz uluslar arası bir yarışma düzenlemişti.
“Geçtiğimiz yüzyılın en iyilerin iyisi şarkının seçimi yarışması” orijinal adı ile diyecek olursak “the contest of best of best song of last century” nasıl? İyi mi? Güzel…
Ülkemizden seçilecek aday şarkı seçimi için ben yetkili kılınmıştım. Zaten ülkemizdeki tek üye idim. Bu şarkının bir hafta içinde seçilip gönderilmesinden üç ay sonra yarışma vardı. Bu yarışmaya şarkıcı kişi veya grup ile birlikte ayrıca genel yarışmada jürilik yapmak için seçicisi de gidiyordu. Ancak centilmenlik anlaşmaları gereği bu seçiciler kendi ülkeleri söz konusu olduğunda oy kullanmıyorlardı. Böylece her türlü dedikodu ve spekülasyonların da önüne geçilmiş oluyordu.
Bu yarışmalarda ‘en iyinin iyisi’ kategorisine katılabilmek için öncelikle ‘en duygulu şarkı’’ “en lirik şarkı” “en hüzünlü şarkı” “en tempolu şarkı” “en kaliteli şarkı” “en coşkulu şarkı” kategorilerinde ilk sekiz e girme şartı aranıyordu. Ben bu derneğin platin üyesi olduğumdan bu kariyer niteliğimi kullanacak ve bizim ülkemizi temsil eden şarkıyı elemelere sokmadan doğrudan finallere katacaktım.

Hemen çalışmalara başladım. Önce kendi arşivimi gözden geçirdim. Yo yoo ben plaktır, kasettir, cd, dir… Bu tarz şeyleri biriktirmiyorum. Yıllardır elime geçen müzik unsuru taşıyan materyalleri makara denilen klasik sarmal sisteme kaydediyorum. Kaydettiğim içeriğin adını kimin söylediğini ve diğer bilgilerini hem bilgisayarıma kaydediyorum. Hem de kara ciltli on iki orta kalın şahsi müzik kayıt defterime ucu ıslatılmış sabit kalem ile aynı bilgileri tekraren yazıyorum. Ondan sonra bu plakmış! Kasetmiş! cd imiş! Pöh! Frizbiiiii… Frizbi gibi bumerang gibi fırlatıp atıyorum. Zaten müstakil evimin hemen hemen yarısını kitaplar ansiklopediler dergiler ve gazetelerden kesilmiş kıymetli haberler makaleler gibi kıymeti ve arşiv değeri olan şeyler dolduruyor. Bir de müzik eserleri için… Onlara da başkası kıymet versin. Ayrıca frizbi gibi atıyorum dememe de takılmayın. Böylesi kıymetli eserleri içeren materyalleri paylaştığım, alışverişinde bulunduğum ülkemizde tanınmış ve pek kıymetli olan bazı müzikolog dostlarıma veriyorum.

Arşivimi günlerce taradım. Kayda değer bir şey bulamadım. Tüm dünyada kabul edilir ki sanat eserleri piyasası olarak sinema denildiğinde dünyada bilinen piyasalardan birincisi Hollywood ise ikincisi Yeşilçam’dır elbette... Ama söz konusu olan müzik ise Unkapanı piyasası; gerek çeşit zenginliği, gerek bir asırdan çok daha eskilere dayanan köklü tecrübe birikimi ile dünyada emsalsizdir. Bu olgu pek çok aklı başında otorite tarafından kabul edilmektedir zaten. Kalktım gittim. O piyasada da epey dostum, ahbabım vardır sağ olsunlar. Pek de hürmet ederler… Gittiğimde çok sıcak karşıladılar, izzet-i ikramlarda bulundular. Niye gittiğimi anlatmaya başladığımda dikkatle dinlediler. Ve “-sıkılma ağabey! Sana yardımcı olmak bizim haddimize değildir zaten. Biz bazı seçkin eserleri senin dikkatine, hatırlamana sunalım. Seçimini yine sen yap istersen… Biz, senin olduğun yerde, böylesi vatan millet menfaati işlerde inisiyatif almaya kendimizi layık görme cüretini gösteremeyiz…” Gibisinden sağ olsunlar gurur okşayıcı bazı sözler sarf ettiler. Bana bir yorgunluk kahvesi daha söylediler… Benim kahvemi bitirmeme yakın kendi aralarındaki toplantıyı sonuçlandırıp yanıma geldiler. En kıdemlisi konuşmaya başladı.
“- Abi oldukça zor bir seçim oldu… Biliyorsun bizim müzik kültürümüzün derinliği binlerce yıl öncesine dayanıyor. Ancak gerek yarışmayı yapan sosyal kuruluşun profili; gerek ise yarışmanın konsepti dolayısı ile uzun tartışmalardan sonra bir tek şarkı belirledik abi… Dileriz sen de bizim fikrimize katılırsın ...” Dedi…
“- Peki, nedir bu şarkının adı? Şimdi dinleyebilme imkanı var mı burada? Söyleyeni kim?” Diye soruları sıralamaya başladığımda… Gülümseyerek devamla.
“-Şarkının adı ‘NEREMİNEREMİ’ abi. Ve bu şarkıyı efsane sanatçımız medar-ı iftiharımız Afrodit’imiz söylüyor…” Diye devam etti.
Şarkıyı dinletmeye başladılar. ‘Yahu hakikaten pek estetik, pek lirik bir şarkı imiş be!’ Diye geçirdim içimden. Şarkı bittiğinde “- Kardaşlar Sayın Afrodit’imiz ile bir araya getirin bizi artık… Tabii bu şarkının bestecisi, güftecisi de bu toplantıda bulunursa daha iyi olur !” Dedim.
“-Sen hiç sıkılma abi! Dediler.
Sonrasında ben hemen ofisime dönüp bağlı olduğum kuruluşa mektup yazarak ülkemizden seçmiş olduğum şarkının ‘NEREMİNEREMİ’ olduğunu, katılmasını istediğim kategoriyi ve şarkı ile ilgili teknik ayrıntılı içerik bilgilerini belirtip gönderdim.


Daha sonraları Sayın Afrodit’imiz, danışmanları, şan öğretmenleri bu şarkının bestecisi ve güftecisi ve daha pek çok teknik adam ile birlikte bu konu ile ilgili birkaç uzun toplantı yapmak durumunda kaldık.
Sayın sanatçımız sağ olsun konuya yakınlık gösterdiler. Yarışmaya katılma lütfünde bulunacaklarını beyan ettiler… Neyse efendime söyleyeyim. Teknik birimlerdeki arkadaşlar hemen bu yarışmanın yapılacağı o güzel deniz kıyıları olan güzel ülkenin o güzel şehrindeki turistik otellerin en güzeli olan ……… otelinin kral dairesini hanımefendinin kalması için rezerve ettiler. Ben fazla şatafatı sevmediğimden bana da deniz ve nehri gören bir köşe süit daire ayarlamışlar.

Neyse kısa keseyim biraz… Yarışma günü geldiğinde buradan kiraladığımız özel bir jet uçağına atlayıp gittik. Ülkenin havalimanına indik. Aman Allahım Dünyanın bütün medyası orada mı birader? Bir anda üzerimize çullandılar. Ben yapılı biri olmama rağmen başımda şapka ve yüzümde geniş çerçeveli, koyu camlı güneş gözlükleri olduğundan ve de medyaya fazlaca çıkıp ta yüzümü eskitmediğimden dünya medyası mensuplarının arasından dikkatleri üzerime çekmeden sıyrılmayı başarabildim. Ama sevgili Afrodit’imiz öyle mi? Bir kere hiç te öyle ufak tefek çıtı pıtı değil. Maşallah görkemli mi görkemli… Bir yandan da tanınmışlığı, bir diğer yandan o muhteşem şeker pembesi kıyafeti, tanımayanların bile başını döndürüp döndürüp bakacağı muhteşem güzelliği, sempatisi, kahkahaları yüzünden burnuna dayanan kameralar bir yandan; nefes alışını kaydetmeye razı mikrofonlar bir yandan… Bu da yetmezmiş gibi bir de yolculuk için gelmiş olanlardan imza almak için itişmeye başlayanlar da kalabalığı iyice artırdı. Bir de bunun üzerine bizim Afrodit’imizin o şehre geldiğini duyan ……. Ülkesi devlet başkanı ile ……. Ülkesi başbakanı da birlikte fotoğraf çektirebilmek amacı ile VIP kapısından çıkıp pat diye gelmezler mi? ortalık bir anda miting alanına döndü… Bir curcuna ki felaket! Kelimelerle anlatılmaz… Tam beş otobüs dolusu özel kuvvetler mensupları geldi de çevre düzenini ve intizamını sağladı. Bilirsiniz Bizim Afrodit’imiz çok merhametlidir. İnsanları da kırmaz pek… Herkese imza verdi. *-tabi bebeğim. Olur bebeğim diyerek herkesle fotoğraf çektirdi. İsteyene elini öptürdü, isteyene yanağını öptürdü… Bir coşku bir tezahürat… Yer yerinden oynuyor; koskoca havalimanı dış hatlar kompleksi yıkıldı yıkılıyor azizim. Havaalanı görevlileri bile bu havalimanı kuruldu kurulalı böylesi bir karşılama görmemiştir diye yemin billah itiraflarda bulundular. Diğer yandan da bu karşılamayı; varsa bazı aksaklıkları daha sonra tespit için baştan sona kayda aldılar. Bunca hengameden sonra Sayın Sanatçımız güvenlik birimlerinin olağan üstü çabaları ile hemen ileride kendisine tahsis edilmiş sütbeyaz ve upuzun limuzine binebildi. Tertip komitesi bana da bir kadillak tahsis etmiş sağ olsun. Bu arabaya ben şarkının bestecisini de aldım. Yazıktır! Diğer elemanlarla o minibüse binmesine içim razı gelmedi doğrusu… Ekibin diğer elemanları da kendileri için tahsis edilmiş lüks, klimalı, deri koltuklu minibüse doluştular. Doğrudan otele yollandık. Otele bir vardık ki ne görelim? Otelin tüm çalışanları kapıda tören bölüğü gibi dizilmişler. Kapıdaki o sırmalı kıyafetli kişi konuştu önce
“- Abi hoş geldiniz.” sonrasında ofis boy konuştu.
“- Abi hoş geldiniz… abi valizlerini alayım.” Sonrasında receptionist kızlar;
“- Abi hoş geldiniz… Odanız hazırlandı… parfüm sıkıldı,süslendi..” Otelin müdürü;
“- Abi hoş geldiniz… Sizleri otelimizde görmekten…”
‘Eeeeh! Yeter be! Ulan bu kadar Türk Türkiye’de bile yok be! Gelmeyin lan üstüme!’
diyeceğiiiim. Ayıp kaçacak. Kendime mukayyet olup hepsinin elini sıktım. Teşekkür ettim. Herkes görevliler eşliğinde odalarına dağıldılar. Bizim Afrodit’imize de iki çok güzel kız asistan tahsis etmişti otel görevlileri. Sanki dersiniz ki kraliçenin nedimeleri o kadar güzel ve uyumlu yani. Neyse bende odama çıktım. Odam gerçekten çok güzeldi. Odadan ziyade bir oda ve ona bitişik bir salon salamanje. Le salon… Odam denize bakıyor. Salonun camları ise otelin yanı başında akan nehir ile ve arkadaki dağlara ve çam ormanlarına bakıyor. Manzara nefis anlayacağınız. Ama öyle yorgunum ki… Kimin gözü görüyor manzarayı? Hiç işte! Bir duş aldım. Üstümü değiştirdim. Biraz da uyudum açıkçası. Akşama doğru telefon çaldı. Arayan bizim besteci!
“- Abi inmiyor musun? Biz lobideyiz. Akşam yemeği için de Orient restaurant’tayız” dedi.
“- Biraz sonra geliyorum.” Dedim. Sonra tekrar bir duş aldım. Sakal tıraşı oldum. Temiz bir takım çıkarttım valizden. Güzelce giyinip indim aşağı…
Tüm ekip lobide idi. Beni görünce
“- Oooo abi bu akşam çok şıksın!” Dediler… Sadece nazikçe gülümsedim… Oturup birer kahve içtik biraz sohbet ettik. Sevgili Afrodit henüz daha inmemişti odasından. Hadi biz yemek salonuna geçelim dedik. Ve kalktık...
Yemek salonuna geçtik. Sağ olsun otel yönetimi restaurant’ın en güzel masasını bize ayırmışlardı. Sekiz kişilik yuvarlak bir masa! Tertemiz ütülü örtüleri kaliteli porselenleri gümüş çatal kaşıkları ortadaki muhteşem güzel bir çiçek buketi, masanın üzerine serpilmiş gül yaprakları ile masa inanılmaz derecede güzel görünüyordu.
Biraz sonra otelin müdürü ardında iki şef garson ile masamıza geldi
“- Abi hoş geldiniz!” Dedi. “-Sizi bu akşam burada görmek…” Diye başlayan övgü dolu kısa bir konuşma yaptı. Orta boylu saçları hafif dökülmüş,kumral kiloluca bir adamdı otel müdürü. Sonrasında şef garsonlar
“- Abi hoş geldin!” Diye söze başladı ve tek tek hepimizin siparişlerini topladı… Restaurant oldukça klasik tarzda döşenmişti. Ağırlık vernikli tahtalarda idi… O zarif iskemleler, servis masaları son derece estetik idi. O billur avizeler, rengarenk vitraylar, aplikler salona oldukça mistik bir hava veriyordu. Salonun tam ortasındaki mini dans pistinin hemen kenarında bir piyano ve bu piyanoyu çalan oldukça esmer bir piyanist ve ayakta zayıf pembe beyaz tenli saçları epey dökülmüş yaşlı bir kemancı. Birlikte ağır tempolu yemek müziği çalıyorlardı. Her ikisi de beyaz ceket giymişler ve kırmızı papyon takmışlardı. Restaurant hemen hemen dolu olmasına rağmen fazlaca bir gürültü yoktu. İnsanlar bir yandan yemeklerini alırken bir yandan da müzik dinliyorlardı herhalde diye düşündüm içimden.
Derken bir ara müzik durdu. Fısıltılar sesler kesildi. Herkes ana kapıya bakmaya başladı. Hayret nidaları yükselmeye başladı. Bende elimde olmayarak dönüp baktım. Bir de ne göreyim. Bizim sevgili Afrodit’imiz meğer kapıda belirivermiş. Yine o muhteşem şeker pembesi kıyafetini giymişti. Boynuna da taşlı bir kolye takmıştı. Yavaşça bizim masamıza doğru yürümeye başladı. Bizim masadaki herkes hemen ayağa kalktı. O esnada şaşırtıcı bir şey oldu. Tüm diğer masadakiler de ayağa kalktılar ve önce yavaş yavaş sonra büyük bir coşku ile bizim Afrodit’imizi alkışlamaya başladılar. Sevgili Afrodit’imiz son derece zarif ve nazik bir şekilde her yönü gülümseyerek selamladı.
Sonra masamıza doğru yaklaştı
“- Ah bebeğim siz daha yemeğe başlamadınız mı? Yoksa beni mi beklediniz? Ah! Yapmayın bebeğim…” Diyerek asistanları olan kızların yardımı ile masaya oturdu. Asistan kızlar göz görme mesafesinde ve hemen harekete geçmeye hazır bir vaziyette geride bir masada oturdular.
Otel müdürü tekrar iki şef garson eşliğinde masamıza geldi ve Afrodit’imize hitaben ve son derece saygılı ve kontrollü bir ses tonu ile
“- Hanımefendi sizi burada ağırlamaktan duyduğumuz kıvancı bildirmek isterim. Yöneticilik yaptığım yıllar içerisinde sayısız first lady’ler pek çok kraliçeler imparatoriçeler ve hatta diktatöriçeler gördü bu tarihi mekan! Ancak sizi şerefimle temin ederim ki hiçbirisi sizin yaydığınız ışıltıyı ve sıcaklığı etrafına hissettiremedi. Eğer tenezzülen lütfederseniz mahzenimizin en nadide ürünlerinden olan bu küçük şişeyi işletmemiz adına sizlere…”
“-ah bebeğim sen ne güzel konuşuyorsun… ne güzel şeyler söylüyorsun… Söylediklerin ile beni mahçup ediyorsun bak yanaklarım pembe pembe oldu değil mi bebeğim…” Diye yanıtladı bizim Afrodit’imiz…
Tüm garsonlar komiler etrafımızda görünmez pervane..
“- Abi bu şampanyalar şirketten..”
“- Sağ olun çocuklar…”
“- Abi bu ızgaralar müesseseden..”
“- Ya zahmet etmeseydiniz..”
“- Abi bu meyve kokteylleri…”
“- Gerek yok bu kadar ikrama çocuklar…”
“- Abi bu mutfak şefinin spesiallerinden...”
“- Yav mahçup olmaya başlıyoruz…”
“- Abi bu meyve salataları mutfaktan…”
“- Abartmayın çocuklar artık…”
“- Abi bu çerez aranjmanları bardan…”
“- Çocuklaaar bütçemiz kuvvetli yapmayın…”
Bir yandan yemek bir yandan sohbet masa çok hoş kıvamda idi… Derken bir ara müzisyenler bir Türk sanat müziği şarkısı çalmaya başladılar..
*Biz ayrılamayız*
Belli ki bu restaurantın epey Türk müşterisi de vardı. Dolayısı ile müzisyenler repertuarlarına birkaç Türkçe eser almışlardı.. Sevgili Afrodit’imiz ile Kıymetli Besteci dansa kalktılar… Restaurant’takilerin büyük çoğunluğu hafif hafif el çırparak tempo tuttular. Müzisyenler ritmik bir iki ezgi daha çaldılar tüm masadakiler mest olmuştu. Saatler gece yarısına doğru hızla ilerlemişti. Artık yavaş yavaş masalar kalkmaya başlamıştı.
Şef garsonla göz göze geldik. Çaktırmadan bir yandan sağ gözümü kırptım bir yandan da sağ elimin başparmağını işaret parmağını ve orta parmağını bir araya getirip adeta elimde kalem de varmış da sanki bir şeyler yazar gibi elimi titrettim. Bu restaurant, bar gibi yerlerde genel hesap isteme işaretidir, evrenseldir.
Şef garson da bana cevap olarak sol gözünü kapatarak başını hafifçe öne ve yana doğru eğerek mesajı aldığını belirtti. Garsonun bu şekilde hareketi de evrenseldir. Bekle Allah bekle hesap gelmez… Diğer şef garson ile de aynı şekilde işmarlaştık… O da tamamdır karşılığını verdi. Bekle bekle yine hesap gelmedi… Bana ağırlık çöker böyle durumlarda. Masaya belli etmeden sanki lavaboya gidiyormuşçasına kalktım.
Lavaboya gidiyorken sanki sonradan aklıma bir şey gelmiş gibisine yönümü değiştirip servis barına doğru gittim. İki şef garson da tüm adisyonları elden geçiriyordu.
“- Kardeş hesap gelmedi.” dedim.
“- Abi hesap tamam!” dedi ayaktaki şef garson.
“- Nesi tamam? Kim ödedi?” Dedim.
“- Kimse ödemedi! Misafirimizsiniz abi” dedi diğeri…
“- Olmaz!” Dedim.
“- Olur abi!” Dedi oturan..
“- Olmaz kardeş olmaz! Bana çok ters bu mantık… Hesabı çıkarın çabuk!” dedim.
Bir an duraladı oturan şef… Yüzüme baktı sonra
“- Peki!” Dedi masanın üzerindeki adisyonlardan birini aldı ve üzerine bir şeyler yazdı, sonra hesap pusulalarını koydukları el yapımı oyma desenli verniklenmiş küçük kutunun içine yerleştirdi. Sonra banknotun üzerine koydu…
“- Abi buyur! Hesap burada!” Dedi.
Bir yandan oturan garsona bakıyor iken diğer yandan da kutuya uzandım. Kutuyu elime aldım ve açtım. Adisyonu çıkardım. Adisyona baktığımda gözlerime inanamadım.
Adisyonda dört şişe su iki bardak meyve suyu ve bir çerez yazıyordu sadece…
“- Kardeş bana yanlış adisyon verdin… Bu hesap pusulası bize ait değil herhalde başka masayla karıştırdın” dedim.
Ayaktaki garson
“- Uzatıyorsun ama abi…” Diye sızlanacak oldu, hemen diklendim.
“- Düzeltin şu hesabı” dedim.
Bankta oturan garson;
“- Abi bak sizin masanın numarası yazıyor. Yani yanlış değil!” dedi.
Hesap pusulasına baktım. Hakikaten bizim masanın üzerinde bulunan vernikli takozun üzerindeki rakam ile aynı rakam yazıyordu ‘32’
“-bizim masada kuş sütü bile vardı.” Dedim.
“- Vardı abi!” Dedi ayaktaki şef…
“- Yazılmamış buraya.” Dedim.
“- Yazılmamıştır abi!” Dedi oturan şef…
“- Bu ne demek oluyor?” Dedim.
“- Bizim ikramımız demek oluyor abi!” Dedi. Ayaktaki…
Bu uzayıp giden diyalog epey canımı sıkmıştı…
“- Bakın çocuklar!” Diye söze başladım.
“- Ben sizin bu işleri de bilirim. Bu otelde muhasebe sistemi, cost sistemi var değil mi?” Onaylarcasına başlarını salladı şefler.
“-Yeşil zeytin bile depodan tane ile sayılarak veriliyor değil mi?” Yine onaylayarak başlarını salladı şefler. Devam ettim.
“- Dolayısı ile çocuklar bu masaya gelenleri açık vereceğiniz için sizin maaşlarınızdan kesilir siz batarsınız. Eğer otele yüklemeye kalkarsanız bu tür ikramları; bu otel batar… Paramız da var bütçemiz de... İyisi mi şu hesabı düzeltin de herkes mutlu olsun… Hadi kardeşim!” Dedim.
Ayakta duran şef garson
“-Bütün söyleyeceklerin bunlar mıydı abi?” Dedi
“- Evet! Ne oldu ki?” Dedim.
“- İyi dinle abi o zaman!” Dedi ve devam etti.
“-Bugüne kadar ikramdan, adam ağırlamaktan batan kimseyi görmedim ben. Ama birbirimizin kıymetini bilmezsek birbirimizi yüceltmezsek adam da batar, Otel de batar, vatan da batar, millet de batar, devlet de batar.” Dedi. Bu sözleri fısıltıyla dişlerinin arasından söylemişti ama iki şefin de gözlerinin dolduğunu gördüm. Ben de bir fena oldum.
Oturan şef
“- Abi uzatmasan? Milli bir iş için geldiğinizi biliyoruz... Bizim de bir katkımız… abi be hesap yapıyorum şaşırırsam o zaman batarım... Müsaade etsen…” Dedi.
Bende onlara; bundan sonra hesap istemeyeceğimizi, bu nazik davranışlarını bir daha tekrarlamamalarını,böyle didişmelerin tekrar yaşanmaması için tüm hesabımızı otelden ayrılırken ödeyeceğimizi söyledim.
Sessizce kutu ile birlikte masaya döndüm. Adisyonu hatıra olsun diye aldım. Hala saklarım. Masanın hesabı kadar bir parayı kutuya yerleştirmeyi düşündüm bir an. O zaman vatanı milleti adına bir şeyler yapmak için çırpınan güzel insanları çok kıracağını düşündüm. Adisyonda yazan miktar kadar parayı kutunun içine bıraktım. Masadakilere de hesabı kredi kartı ile ödediğimi bu kutuya koyduğum paranın bahşiş olduğu palavrasını uyduruverdim.
“- Senin gözlerin sulanmış? Ne oldu sana bebeğim?” Diye soran Afrodit’imize de hapşırdığımı belki ondan öyle göründüğümü söyledim. Kahvelerimizi de içtikten sonra yavaşça masalardan kalkıp odalarımıza istirahata çekildik.

Ertesi sabah olduğunda otelin roof denilen çatısındaki kahvaltı salonunda toplandık. Biraz sonra Afrodit’imiz de aramıza geldi. Yine şeker pembesi o muhteşem kıyafetini giymişti. Yüzü ne kadar dingin ne kadar da masum görünüyordu. Bu hal büyük yıldızlara has bir durum diye düşündüm.
Neşe içinde kahvaltımızı yaparken otelin restaurantındaki şef garson kardeşlerimizin tutumlarından ve söylediklerinden bahsettim. Masadaki herkes bir an sessizleşti. Belli ki hepimiz çok duygulanmıştık.
Kahvaltıdan sonra Afrodit’imiz Besteci ve Şan öğretmeni ile birlikte prova yapmak için kendilerine tahsis edilmiş olan çalışma odasına prova yapmak için geçtiler. Basın danışmanı bir elinde cep telefonu bir elinde kalem, dünyanın çeşitli medya kuruluşlarına gah açıklamalar yapıyor, gah röportaj yapmak için randevu taleplerini düzenlemeye çalışıyordu. Özel Danışmanın da elinde bir cep telefonu ile aksesuarcılarla ve kuru temizlemecilerle temasa geçme gibi ayrıntılarla uğraşıyordu. Ben ise kendime bir kahve söyledim. Manzarayı seyre daldım. Manzara gerçekten çok güzeldi. Hava sıcak olmasına rağmen koyu bordo renkli geniş şemsiyenin altı epey serindi. Derinlerden bir enstrümantal müzik sesi geliyor; insanı alıp geçmişe ve geçmişteki anılara götürüyordu.
Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım bile…
“- Abi! Yemeğe bekleniyorsun!” Bu sesle birdenbire irkiliverdim. Gelen bir garsondu.
“-Ha? Ne? Evet! Tabii…”
“-Sizin ekip Tango restaurant ta seni bekliyorlar abi!” dedi…
“-Tango restaurant büyük havuzun yanında isterseniz size eşlik edeyim.” Dedi…
“-Yok yok! Ben kendim bulurum. Sağ ol!” Dedim.
Önce bir silkinip kendime gelmeye çalıştım. Sonrasında da hızlı adımlarla asansöre doğru yürüdüm.
Restaurant oldukça büyük havuzun hemen yanında ve yüksekçe konumdaydı. Havuzun trampleni, aqua parkı, su kaydırağı vardı. Havuzun içi, kıyısı epey dolu idi. Kenarlarında da şezlonglar şemsiyeler, üstlü, üstsüz güneşlenenler, güneş gözlüklerinin arkasından etrafı süzerek av arayan bayanlar, av arayan erkekler, yani hem av hem avcılar, havuz başı bar iskemlelerinde tüneyen derdi güneş altında bile kafayı çekmekte olanlar…
‘-Yüksek sezon!’ dedim içimden… Alçakların en çok sevdiği sezondur yüksek sezonlar… Yüksek dikkat gerektirir su başı, çeşme başı, pınar başı ve yüzyılın icatlarından havuz başı gibi yerler… Doğal arıtmanın bir versiyonu, doğanın acımasız yasaları havuz başında bile istisna, tolerans tanımıyor diye düşündüm bir yandan…
Masadakiler beni neşe ile karşıladı. Hemen boş bir yere iliştim. Kendime bir dana biftek ve soğuk bir bira söyledim. Zaten bu restaurantın yemek çeşitleri et yemekleri ızgaralar ve yeşil sebzeler üzerine idi. Siparişler geldiğinde herkes büyük bir iştahla yiyeceklere girişti. Sığır eti epey lezzetli ve kıvamında pişirilmişti. Salatalar da çok çeşitli idi. Ben garnitürleri de salataları da bol bol çatalla dürttüm. Üstüne de meyveli dondurmalarımızı yedik. Sevgili Afrodit’imizin iştahı yerinde, yemek yeme tarzı ise çok zarifti doğrusu.
Kahveler içildikten sonra besteci kardeşimiz.
“-Bayanlar baylar büyük an geliyor. Artık hazırlanma vakti… Araçlar saat 16 da gelecek. Yaklaşık bir buçuk saatimiz var. Geç kalmayalım.” Dedi sonra da Afrodit’imize dönerek
“- Otelin kuaför salonunun bir kısmı bize tahsis edildi. Hadi kalkalım dedi.” Ve kalktık. Asistanlar Afrodit’imizi kuaföre götürürken ben de odama çıkıp bir duş aldım. Sonra da hızla otelin kuaförüne geçip sakal tıraşı oldum. Saçlarımı tarattım. Tekrar odama çıkıp sütbeyaz gömlek üzerine koyu gri bir takım elbise giydim. Şık bir kravat taktım. Cep mendilimi yerleştirdim. Beyaz incili kravat iğnemi ve kol düğmelerimi taktım. Deri kemerimi de belime doladım. Parfümümü sıktım. Sonra aynaya baktım. Vay be! Süperim. Kendime tav oldum.

Hızla lobiye indim. Hemen herkes oradaydı. Ve herkes ne kadar da şıktı. Afrodit’imiz daha gelmemişti henüz… Ayaküstü sohbet ederken birden ortamın sessizleştiğini fark ettim. Ben de herkesin baktığı tarafa baktım. Bir de ne göreyim? Bizim Afroditimiz. Salonun yukarısında, yürüyen merdivenlerin başında idi. Yine o muhteşem şeker pembesi kıyafetini giymişti. Topuz yaptırdığı saçları parlak taşlarla bezenmişti. İddialı göz farları zaten iri olan gözlerini daha muhteşem hale getirmişti. Yanaklarındaki belli belirsiz allık ona daha bir sağlıklı gürbüzlük vermiş, boynundaki incili ve taşlı kolye fildişi rengi teninin bütün güzelliğini yansıtıyordu. Kıyafeti ile aynı kumaş ve renkte eldivenleri çantası ayakkabıları ile inanılmaz derecede güzel görünüyordu. Yürüyen merdivenlerden bir kuğu, bir flamingo gibi süzülerek indi. Ve etrafa gülücükler saçarak yanımıza geldi. Bana dönerek;
“- Hadi gidelim artık bebeğim.” Dedi.
Otelin kapısındaki vale ye küçücük bir işaret pek çok kişiyi harekete geçirmeye yetmişti bile… Önce limuzin otelin ana giriş kapısına yanaştı. Kapıya doğru giderken konser salonunda neler yapacağımızın planlamasını yapıyorduk bir yandan… Önce Afrodit’imizi uğurladık. Ardından benim kadillak geldi. Peşine iki özel minibüs daha yanaştı otelin girişine…
“-Gidelim!” Dedim ve araç yarışmaların yapılacağı …….. concert hall e doğru yola koyuldu. Konser salonuna yaklaştığımızda salona doğru giriş yolunun özel ve resmi güvenlik görevlileri tarafından kapatılmıştı. Biz de yan yoldan konser salonunun arkasına geçip servis kapısından içeri girebildik. Yolun kapatılma gerekçesini içeri girdiğimizde anlayabildik. Meğer Afrodit’imiz konser salonuna gelişinden sonra, limuzinden inip kırmızı halıda yürümeye başladığında kendisine yönelik tezahürat ve sevgi gösterileri taşkınlığa dönüşünce barikatlar aşılmak istenmiş düzenin kontrolden çıkması ihtimali yüzünden ana yollar tedbiren kesilmek durumunda kalınmış. Hal böyle olunca burada ismini veremeyeceğim bir iki ünlü de kırmızı halıya gelemeyip arka kapıdan girmek zorunda kalmışlar. Tabii bu tatsız gelişme yüzünden bazı güvenlik müdürleri görevlerinden alındı. Şehrin belediye başkan yardımcısı ile organizasyon komitesi genel sekreter yardımcısı da istifa etmek zorunda kaldı..
Hemen bizim ekibimize asistanlık etmek için görevlendirilmiş elemanlar etrafımıza doluştu. iki asistan genç kız Afrodit’imize, bir asistan genç kız bana, iki erkek iki kız asistan da tüm ekibimize yardımcı olmak üzere görevlendirilmişti. Benim asistanım sarışın, mavi gözlü, zayıfça, güler yüzlü bir kızdı. Kendilerini tanıttılar önce. Ayaküstü bir toplantı yaptık. Talepler beklentiler ve karşılıklı görüş ve bilgi alışverişinde bulunduk. Bu arada benim asistanımın da birkaç kelime Türkçe bildiği ortaya çıktı.
Yarışma elemeler usulü ile yapılıyordu. Çeşitli kategorilerde ilk dörde girenler en iyinin en iyisi olabilmek için yarışmaya hak kazanmıştı. Artık finallerde idik

Büyük holde herkes yukarıda asılan dijital ekranda canlı olarak yayınlanan kura çekilişine bakıyordu. Kura çekimi devletin iki yetkili kişisi ve bizim kurumumuzun iki yetkilisi huzurunda yapılıyordu. Ve odaya başka kimse alınmıyordu. Herkes ekranlardan kura çekilişini izliyordu. Derken bizim Afrodit’imizin adı okundu. Acaba rakibimiz kim olacaktı? Ekibimizdeki herkesin kalbi güm güm atıyordu. Ve sonra küre döndü çekiliş yapıldı. Ve isim okundu. En duygulu şarkı dalının birincisi olan Raj Kapor Ve şarkısı ‘avaramu’. Bizim ekip sevinçten deliye döndü. Gerçekten ben de çok sevinmiştim. Çünkü Raj Kapor u çok severdim. Çocukluğumuzda yazlık sinemalarda hep onun şarkılı danslı filmleri vardı. Anılarımdaki yeri özeldi ve kıymetliydi. Afrodit’imizin de gözleri ışıldıyordu. Ellerini yanaklarına koymuştu. Belli ki o da çok mutlu olmuştu. Asistanlar hemen küçük el telsizleri ile alçak sesle görüşmeler yapmaya başladılar. Sonrasında benim asistan bana dönerek
“- Diğer ekip salonun öteki tarafında imiş. Buluşmak üzere yanlarına gidiyoruz.” Dedi. Hep birlikte ve kaybolmamaya çalışarak insan denizi içinde yürümeye başladık. Ve biraz ilerde rakibimiz olan ekibi gördük. Onlar da bizi gördü… İnanılmaz derecede sıcak bir karşılaşma oldu. Raj Kapor içine alacalı bir gömlek üzerine de gülkurusu ile altın sarısı çizgileri olan saf ipek bir ceket giymişti. Her iki elinde iri, renkli taşlı, koyu renk altından yüzükler vardı. Etrafa parfümden çok adeta sıcaklık yayıyordu. Bizim Afrodit’imiz ile kucaklaşıp birbirlerine sarıldılar… Bizler de karşı ekibin hepsi ile tokalaşıp başarılar diledik. Bir anda flaşlar patlamaya başladı, kamera ışıkları ortalığı ışık seline çevirmişti. İkili gülümseyerek kameralara ve fotoğrafçılara poz verdiler. Basın toplantısı için basın merkezine birlikte gidilirken Raj Kapor bizimde ellerimizi sıktı. Hatırımızı sordu. Bizim ekibin tamamı kendisine hayran olmuştuk.
Basın toplantısında gerek Raj Kapor gerek bizim Afrodit’imiz birbirlerini daha önceden duyduğunu ve tanıdığını ve çok beğendiklerini vurguladılar. Birbirlerine başarılar dilediler. Fotoğrafçıların isteği üzerine el ele tutuşup uzun uzun poz verdiler…
Ben olanları seyrederken Benim asistan ceketimin eteğinden tutup hafifçe sarstı ve
“- Hemen gitmek zorundayız. Sizi jüri masasına götürmem lazım. Program yarım saat sonra başlıyor. Bu arada adım Marie!” dedi. Ve hızla yürümeye başladık. Bana tahsis edilen asistanımın tutumu bana biraz tuhaf geldi… Samimi desem değil, sıcak desem değil, laubali desem değil… Garipsedim. Sonra da içimden ‘amaaaan boşver ya aceleden ya acemiliktendir’ deyip geçtim.

Bir iki koridordan geçtik. Koridor girişleri özel güvenlik elemanları olduğunu zannettiğim takım elbiseli gençler tarafından denetleniyordu. Sonunda salona ulaştık. Oditoryum biçiminde yani bir daire şeklinde yuvarlak bir pasta düşünün üçte birini çıkartın daire merkezine de sahneyi koyun işte öyle bir yerdi ve yaklaşık bin beş yüz kişilik bir salondu burası. En ön koltuklar jüriye ayrılmıştı. Protokol bile bir sonraki sıradaydı. Salonun jüriye ayrılan girişinde durdu asistanım.
“-Ben gece boyunca hep burada olacağım. Yarışmadan sonra da buradan çıkın. Benim görevim sizi burada beklemek.” Dedi. Orada birkaç asistan kız daha vardı belli ki eşlik ettikleri jüri üyesini daha önce getirmişlerdi.
“- Peki! Dediğin gibi olsun!” Diyerek salona girdim. İçerdeki asistanlar sayesinde adıma ayrılan yeri buldum. Bu arada dünyanın başka yerlerinden gelmiş birkaç derneğimiz ve jüri üyesi ile selamlaşma tanışma ve kısa sohbet imkanı buldum. Derken gonk vurdu ve perde kalkmaya başladı
Sahnenin sağ tarafında yirmi, yirmi beş kişilik bir orkestra bulunmaktaydı. Küçük bir giriş parçası çaldılar eski bir film müziği idi: insanı dinlendirecek kadar güzel… Sonra sahneye bir genç kız ile bir genç erkek sunucu çıktı. Sunucu genç kız uçuk eflatun rengi bir tuvalet giymişti. Sunucu genç çocuğun üzerinde ise parlak siyah takım vardı… Boynuna da çok renkli bir fular bağlamıştı. Kısa bir açılış sunumu yaptılar ve başkanımızı açılış konuşması yapmak için mikrofona çağırdılar. Başkanımız alkışlar eşliğinde sahneye geldi. Yaptığı konuşmada hepimizi bir arada görmekten ne kadar mutlu olduğunu, iyi ki böylesi bir organizasyon yaptıklarını, katkısı olanlara minnettar olduğunu, kendisinin artık yaşlandığını bundan sonra görevi alacakların böylesi güzel etkinlikleri daha da iyi yapacaklarına inandığını belirten bir konuşma yaptıktan sonra yine alkışlar eşliğinde yerine geçti.
Ve yarışma başladı. Çıkan ilk dört ekibin hangi ülkelerden ve hangi şarkılar olduğunu oyumu kimden yana kullandığımı hangilerinin başarılı olup bir üst tura çıktığını burada anlatmayacağım. O muhabbeti başka zaman uzun uzadıya yaparız.


Derken Raj Kapor un adı anons edildi. Bir alkış tufanı koptu. Sonra kendisi sahnede göründü alkışlar daha da arttı. Sağanağa dönüştü. Kendisi yalınayaktı. Altında koyu bordo ipek bir şalvar vardı. Üstünde de çıplak bedeninin üzerinde yine saf ipekten altın sarısı zemine güllü çiçekli renkli desenleri olan bir yelek giymişti. İnsanın içini ısıtan gülümseme ile bir yandan dans etmeye bir yandan da şarkısını söylemeye başladı.
“-avaramu avaramu
Lay lay lay lom
Avara mu avaramu*
Yaşlanmıştı ama hala çok zinde idi Raj Kapor. Bütün salon şarkıyı kendisi ile beraber söylüyor el tempo tutuyordu. Şarkısını bitirince yerlere kadar eğilerek seyirciyi selamladı. Bütün salon ayaktaydı ve çılgınca alkışlıyordu. Ben bile jüri üyesi olarak düşünce belli etmemem gerektiğini bile bile ayağa fırladım ve alkışladım. Sonrasında jüri bu şarkı için puanlarını verdi. Tabii ben puan veremiyordum. Çünkü rakip yarışmacı benim ülkemden Türkiye’den idi.
Bir iki dakika sonra sunucular tekrar sahneye geldiler ve Afroditimizin adını anons ettiler. Daha önce çıkan Raj Kapor un çıkışındaki alkıştan hiç te az değildi alkış sesleri…
Hele sahnede o şeker pembesi elbiseleri ve gülümseyen yüzü ile belirince salonda yer yerinden oynadı salonda… Hatta kafamı hafiften geriye döndürüp baktığımda bazı seyircilerin Türk bayrakları açtığını, sallamaya başladığını gördüm.
Önce müzik başladı sonra da Afrodit’imiz…
“-Neremineremi?
Ellerimiiiiiii
neremineremiii?
Gözlerimiiiiii”

Sesi her zamankinden daha yumuşak ve pürüzsüzdü. Bir yandan dans ediyor bir yandan gülümsüyor, bir yandan da hem jürinin hem de tüm seyircinin adeta gözlerinin ta içine bakıyordu. İşte gerçek sanatçılık bu olmalıydı. Tüm salon Afroditimizle birlikte şarkı söylemeye ve oturdukları yerde sağa sola sallanmaya başladı.
“-Neremineremiii
Gözlerimiiiiii
neremineremi
Ellerimiiiiii”

Seyirciler sağa sola sallandıkça koltuklardan gelen gacırtı sesleri bile orkestranın yaydığı müzik ile uyum içinde idi sanki…
Şarkısı bittiğinde bizim Afrodit’imiz de yerlere kadar eğilerek seyirciyi selamladı. Alkış kıyamet yer yerinden oynuyordu… Defalarca geri dönüp selamlamak zorunda kaldı sanatçımız. Jüri bu şarkı için de puanlarını verdi. Birkaç dakika sonra her iki yarışmacının ismi anons edilip sahneye çağırıldı. Her ikisi de büyük alkışlar eşliğinde sahneye geldiler ve sunucuların yanında durdular. Erkek sunucu her ikisini de tebrik etti, şarkılarının ne kadar güzel ve unutulmaz klasikler arasında olduğunu anlatmaya başladı. Sonuç kağıdı elinde idi ama sonucu açıklayamıyor lafı dolaştırıyordu. Raj birden durumu fark etti. Ve Afrodit’imizi alkışlamaya başladı. Afrodit’imizin elini tutup havaya kaldırdı. Bu arada sunucu da birincinin bizim Afrodit’imiz olduğunu açıklamıştı ama seyircinin tamamı sahnede birbirlerine sarılmış olan Raj Kapor u ve Afrodit’imizi alkışlıyordu. Raj Kaporun gözleri nemlenmişti. Afrodit’imiz de ağlamaya başladı. Afrodit’imizin ağladığını gören Raj Kapor Afrodit’imizin omuzlarından tutup..
“-Yoo yooo ağlamamalısın. Sen iyisin sen çok iyisin. Sen en iyisisin!” dedi! Ve Afrodit’imizi alnından öptü. Afrodit’imiz de ona sarılıp sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Makyajı da akmaya başlamıştı. Flaşlar peşpeşe patlıyor salon alkıştan yıkılıyordu.

Raj Kapor mikrofonu ayaklığından çekip eline aldı.
“- Hepinizin ilgisine ve desteğine sonsuz teşekkürlerimi, minnetlerimi sunuyorum.” Dedi. Sonra Afrodit’imizin elinden tuttu ve Afroditimizi göstererek
“- Ellerinde bir simge, bir bayrak taşıyan lider insanlar karşılarında çok iyi bir rakibi, alacağı bayrağı başarı ile layıkı taşıyabilecek kalitede bir rakibi gördüklerinde yenecek güçleri olsa bile, güçleri yetse bile yenilmeyi bilmeliler. Bu onların mutlu bir şekilde çekilmelerini sağlayacaktır. Eğer böyle yapmazlarsa gücü tükenmeye başladığında bayrağı taşımaya layık olmayan biri bile gelir elinden zorla alır. Bu da insana acı verir. Geriden çok güzel gençlerin geldiğini görüyorum ve büyük bir iç huzuru ile büyük bir mutluluk ile bayrağı gençlere teslim ediyorum.”
Afrodit’imiz Raj Kapor un elini sarsmaya ne demek şimdi bu laflar sus konuşma artık demeye başladı ama Raj Kapor devam etti.
“-Çiçeklerin ve baharatların ülkesinden geliyorum. Benim geldiğim ülkede yollar, tarlalar, dağlar ve ırmaklar çiçek kokuları, baharat kokuları, tütsüleri ile kaplıdır…”
“-Sevginin ve kardeşliğin, barışın anayasa olduğu ülkeden geliyorum. Hayatım boyunca tüm insanlara sevgiyi kardeşliği barışı anlatmaya, hissettirmeye çalıştım.” Bu arada bazı seyircilerden hayret nidaları yükselmeye başlamıştı bile…
“- Ama artık biraz yoruldum. Güzel ülkemin yazın çiçeklerle, kışın karlarla kaplı dağlarında, Himalaya’ların zirvesinde bir tapınakta uzun bir inzivaya çekileceğim...”
“- İç huzuru ile gidiyorum. Bayrağın ve kontrolün iyi gençlerde olduğuna inanarak gidiyorum. Bugüne kadar beni desteklemeniz sahip çıkmanız aynı zamanda sahip olduğum bu düşüncelere de sahip çıktığınız anlamına geldiğini biliyorum. Bundan sonra da gençlere aynı desteği vermenizi diliyorum saygılarımı sunuyorum sizi çok seviyorum.” Diye sözlerini bitirdi ve başı ile seyircileri selamladı.
Afrodit’imiz;
“- Bunu yapamazsın Raj! İnsanların sana hala ihtiyaçları var!” Diye yalvaran bir tonda konuşmasına…
“- Evet tatlım! Haklısın! Ama benim bana daha çok ihtiyacım var!” Deyip Afrodit’imize sarılıp şakağından öptü. Salon alkıştan yıkılıyordu. Flaşlar patlıyor, çoğu muhabir bu haberi canlı yayınla flaş haber diye geçiyordu… Dünyanın pek çok bölgesinde televizyonlar yayın akışlarını kesip Raj Kapor’un sanat hayatını bırakıp inzivaya çekilme kararını canlı olarak bildirdiler… Canlı yayınlara konuklar, olayı yorumlayacak otoriteler çıkardılar.
Ertesi günkü dünya gazeteleri ise sürmanşetten verdi bu olayı
İşte bazı manşetler.
*-Galip sayılır bu yolda mağlup*
*-Yaşayan efsane ölümsüz efsane olma yolunda*
*-Her büyük olayın arkasında bir kadın vardır ‘Fransız atasözü’*
*- Raj Kapor inzivaya çekileceğini açıkladı.*
*- O şimdi Avara*
*Raj Kapor u Avara yapan kadın.*
*-Türk sanatçı Raj’ı Avara etti*
*-İşte o müthiş Türk kadın!*
Gerçekten de Raj Kapor o çok büyük sanatçılara has bir davranışı sergilemiş, kaybettiği halde feykini atarak yine yıldızlaşıvermiş devleşivermişti. Kendisine de her şey çok yakışıyordu. Alkışlar çok ama çok uzun sürdü.

Hüzünlü bir vedalaşmadan sonra araçlarımızın yanına gittik. Afrodit’imiz sürekli ağlıyordu. Ben ile besteci arkadaş da limuzine bindik yalnız bırakamazdık. Ve otele döndük. Otel yetkilileri başarımızın haberini almışlar kapıya dizilmişlerdi. Limuzin girer girmez havai fişekler, şampanyalar peş peşe patlamaya başladı. Ama ekipte hiç kimsenin keyfi yoktu ki…
Afrodit’imiz sunulan şampanya kadehine dudağını nazikçe değdirip geri uzattı. “- Sağolun çocuklar… hıck hıck.” Diye yine ağlamaya başladı. Hemen kendisinin nedimeleri gelip koluna girdiler yürümesine yardım ettiler. Bu kızlar gece boyunca yalnız bırakmasın mesajımı elimle işaret etmeye kalmadı otel müdürü gerekenin yapılacağını bana işaret ile bildirdi. Bu çok özel bir dil idi. Ya sektörden olmalıydınız ya da sektörün müdavim müşterisi…
Besteci kardeş
“- Abi hiç tadım yok… Bir şeyler atıştırıp yatacağım!” Dedi.
“-İyi!” Dedim.
Arkadaki araçlarla gelen ekibin diğer elemanları ile ilgilenilmesini de işaret dili ile hallettik. Otelin çalışanları da bu hüzünlü havayı ummuyorlardı. Onların da üzüldüğü yüzlerinden belli oluyordu doğrusu.
Doğruca asansöre yürüdüm. Kapısı açıldığında içeri girip en üst düğmeye bastım. Roof bara gidip masalardan birine oturdum. Hiç kimseye bakmadan kimseyle konuşmadan barda gördüğüm her şişeden istedim. Kampari, çinzano, beyliz, martini, cin, votka… Ne gelirse yanında sadece çerez ile yuvarladım. Bir yandan da hayatın tadının olup olmadığını düşündüm durdum. Sabaha karşı İçmekten bıkınca hesabı ödedim. Gidip kafayı yastığa vurup yattım.

------------------------
Sabah cep telefonunun sesi ile uyandım. Arayan besteci idi…
“-Abi hala kalkmadın mı daha saat 9! Hadi kahvaltıya bekliyoruz. Botanik büfedeyiz. Hadi daha dışarı çıkacağız davran biraz!” dedi…
Kafamın içinde bir kova dolusu su varmış da kafayı salladıkça başımdan düşecekmiş beni de düşürecekmiş gibi bir his vardı içimde… Yavaşça kalktım. Banyoya yürüdüm. Jakuzide yaklaşık yarım saat kaldım. Telefon iki defa çaldı ama kimin umurunda…
Banyo iyi gelmişti. Banyodan çıkıp hızla kurulandım. Üzerime spor bir şeyler giydim.
Ve hemen botanik büfeye ekibin yanına gitmek üzere asansöre bindim.
Botanik bar bir çiçek denizini andırıyordu. Birkaç masada kahvaltı yapanlar vardı. Bizim masaya baktım. Afrodit’imiz de gelmişti. Beni görünce pek sevindi.
“-Geldin mi bebeğim!” Diyerek iki elini birden bana doğru uzattı… Herkes çok mutlu görünüyordu. Hüzün atılmıştı üzerlerinden demek. Oysa ben hala sarhoştum. Afrodit’imizin elini öptüm.
“- Sabahları bile güzelsiniz!” Dedim. Hakikaten şeker pembesi kıyafetlerinin içerisinde ne kadar da zinde ve güzel görünüyordu.
“-Ay neler duyuyorum sabah sabah!” Diyerek bir kahkaha attı.
-“ Güzel olan sizlersiniz bebeğim!” Dedi.
Kendime bir kahve söyledim. Bir dilim ekmeğe tereyağı sürüp bir ısırık aldım.
Afrodit’imiz bana doğru dönüp
“- Bebeğim bunlar beni lunaparka götüreceklermiş bugün haberin var mı?” dedi.

“- Aaa çok sevindim. Kimin fikri bu?” Dedim.
Besteci;
“- Otel yönetimi düşünmüş! Rezervasyonları, organizasyonları halletmişler bile…” Dedi.
“- Ne iyi!” Dedim.
“- Ama ben dönme dolaptan salıncaktan çok korkarım bebeğim.” Dedi Afrodit’imiz.
“- Yalnız binmezsiniz olur biter!” Dedim.
”- Sen çok iri yapılısın ikimizi tartmaz belki dönme dolap. Ben de şan öğretmenimle binerim.” Şan öğretmeni bayana dönerek
“- Değil mi bebeğim?” Dedi.
“- Eğer dönme dolap tepedeyken çok korkarsak Süpermanı, Batmanı çağırırız onlar da gelir bizi kurtarır değil mi bebeğim. Ha ha ha ha ha ha!” diye gülmeye başladı…
Yarım saat sonra otelin önüne gelen büyük bir minibüse doluştuk. Bu arada arkamızda da bir minibüs dolusu yakın korumanın tampon ve güvenlik için peşimizden geldiğini otel müdürü bana işaret ile haber verdi.
Zaten hemen hemen hepimizde de kalın çerçeveli koyu renkli camları olan gözlükler vardı. Bizi kim tanıyacaktı ki? Arayacak gazetecilere de otel yönetimi müzeleri gezmeye gittiğimiz söyleyeceklerdi. Bizim çocuklar işlerini iyi biliyorlardı.
Lunapark o kadar geniş bir alana kurulmuştu ki sonu görünmüyordu. Neşe ile minibüsten aşağıya inip yürümeye başladık. Girişin hemen yanında pamuk helva standı vardı. Afrodit’imiz ben pamuk şeker istiyorum! Diye tutturdu.
“- Sayın Afroditimiz daha yeni kahvaltıdan kalktık. Şimdi ellerimiz ağzımız burnumuz yapış yapış olacak… Dönüşte alırız!” Demelerim hiç kabul görmedi.
“- Bana ne! bana ne! ben şimdi istiyorum.” Diye tutturunca mecburen hepimiz standın yanına yanaştık. Şeker helvalarımızı ellerimize alıp lunaparkta gezmeye başladık. Bir müddet sonra atlıkarıncanın önüne gelmiştik. Lunapark yönetimi daha önce uyarıldığı için bizim gruba otelden gelen korumalar ile birlikte birkaç lunapark görevlisi de eşlik ediyordu. Dolayısı ile bilet al sıraya gir ya da dolmasını bekle gibi bir derdimiz yoktu. Zaten hafta içi ve gündüz olduğundan fazla kalabalık değildi lunapark. Az kişiden oluşan Birkaç turist kafilesi ortalıkta dolaşıyordu…
Bindiğimiz atlıkarınca ne kadar da eğlenceli idi.
“- Bak benim atım senin atını geçiyor…”
“- Kim demiiiş? Yürü be küheylan… Geç bakalım hepsini…”
Daha sonra büyük kayığa bindik. Kayık sallandıkça ve uçlarda yükseldikçe Afrodit’imizin çığlıkları tiz ses kademesi yönünden değme sopranoları kıskandıracak düzeyde idi. Sonra komik aynalara girdik. Gerçekten de hepimizi çok gülünç gösteriyordu. Afrodit’imiz kendisini daha kilolu gösteren aynaların önünde pek durmuyordu ama zayıf gösteren aynaların önünden de ayrılmıyor herkesi yanına çağırarak
“-bak ne komik oluyorum çok zayıf göründüğümde değil mi?” diyordu… Sonra birer tane hamburger yedik. Patates yedik, kola içtik. Otto valenti dedikleri son derece hızlı trene bindik. Tren üstünde fotoğraf çektirdik. Daha sonra çeşitli çizgi filmlerinin pek çok karakterinin kıyafetlerini giymiş lunapark çalışanları ile de bol bol fotoğraf çektirdik. Dondurma yedik. Yüzümüzü boyattık. Prenses eteğine bindik, elma şekeri yedik… Adını bilmediğimiz ama aşağı yukarı veya sağa sola son derece hızlı hareket ederek yüreğimizi ağzımıza getiren birkaç makineye bindik. Korku tüneline girdik. Korkulacak hiçbir şey yoktu içinde. Bizi korkutmamak için çalıştırılmadığını anlayınca çok güldük. Haşlanmış mısır yedik. Çocuklar gibi eğleniyorduk hepimiz çok ama çok mutluyduk. Korumalardan biri bana saati gösterince dönme vaktinin geldiğini anlamıştım.
“- Arkadaşlar dönme vakti!” Diye yüksek sesle konuştum.
Afrodit’imiz hemen itiraz etti.
“- Bana ne bana ne! Siz gidin. Ben gelmiyorum bebeğim… Biraz daha kalmak istiyorum.” Dedi.
“- Ama programımız olduğunu unutuyorsunuz Sayın Afrodit.” Dedim.
“- Olsun. Ben burada kalacağım. Gelmiyorum” diye ayak diretti.
“- Tamam tamam şimdi dönelim, yarın yine geliriz.” dedim. Gözlerimin içine bakıp
“- Söz mü?” Diye sordu… Tabii ki söz değildi… Ben gülmeye başlayınca
“- Yooooo ben bu rüyadan uyanmak istemiyorum yaaaaaaaa!!! Bana nee bana neee” diye nazlanmaya başladı… Ne kadar da mutlu görünüyordu. Naz yapmak bir insana bu kadar mı yakışırdı diye düşündü orada bulunan herkes…

Minibüse doluştuk. Şarkılar söyleyerek otele ulaştık. Ancak otelin kapısında bir gazeteci ordusu olduğu haberi geldiğinden biz içeri arka kapıdan girip odalarımıza çıktık. Öyle ya tavşan, sincap makyajlı tipler olarak resimlerimizin çıkmasını istemezdik doğrusu, hele hele müze gezmeye gittiğimiz resmen bildirilmişken… Odama ulaşır ulaşmaz kendimi banyoya attım. İyi bir ılık duş beni kendime getirdi. Biraz da yatağa uzanıp dinlendim. Sonra kalkıp giyinmeye başladım. Bu kez açık kül rengi gömlek üstüne siyah takımları çektim. Canlı şal desenli bir ipek kravat krokodil kemer ve ayakkabılarımı da giydim. Bu halimle kuaföre gittim. Kapıdan girer girmez ceketimi çıkarıp sakalımı işaret ettim…
Bu gün kuafördeki çalışan genç
“- Abi hoş geldin!” Dedi…
“- Ula sen de mi Türksün… Saçlarını nasıl boyadın öyle?” Dedim.
“- Şimdi bu moda abi. İstersen senin saçlarını da beş dakikada…”
“- Yok yok! İstemem. Sadece sakal ve çabuk tek perdah!” Dedim.
“- Abi sıkılma sen!” dedi. Ve fırçayı eline aldı ve yüzüme çaldı eli çok hızlı ve hafif idi gerçekten. Bir iki dakikada sakal tıraşım bitmişti bile…
“- Müessese ikramı!” diyerek bir iki dakika şakaklarıma boynuma masaj bile yaptı sağ olsun… Gerçekten kendimi kuş gibi hafiflemiş hissetmeye başlamıştım.
Sonrasında hemen lobiye indim. Bizim grup lobide koltuklara yayılmış oturuyorlardı. Ben de yanlarına gidip oturdum. Kendime de bir kahve söyledim. Kahvemi bitiremeden çevredeki hareketlenmelerden Afrodit’imizin gelmekte olduğunu anlamıştım. Başımı döndürüp baktığımda onu merdiven başında adeta poz verircesine dururken gördüm. Şeker pembesi elbisesi içinde ne kadar güzel görünüyordu. Saçlarını yarım topuz yapılmış bir kısmını yanlardan bukle bukle aşağıya salınmıştı. Ne kadar güzel görünüyordu. Yürüyen merdivenlerden inip yanımıza geldi.
“-ne zaman gidiyoruz çocuklar?” Diye Besteci kardeşe sordu
“- Biz hazırız. Sizi bekliyorduk zaten.” Diye karşılık verdi Besteci kardeş. Hepimiz ayaklanınca otel yönetimi hemen harekete geçti. Biz dışarıya çıktığımızda beyaz uzun limuzin gelmişti bile. Ancak bugün bir ayrıntı daha vardı. Limuzinin önünde yol açacak güvenliği sağlayacak özel bir eskort araç daha vardı. Besteci kardeşe limuzine binmesini söyledim. kadillak yanaştığında kadilaka atladım. Ve yola koyulduk. Bugün önlemler daha fazlaydı ve yol açıktı ama şöföre konser salonunun arka kapısına gitmesini söyledim. Arkadaki minibüs zaten benim aracı takip ediyordu. Arka kapıya gelince araçtan indik ve içeri girdik. Epey yürüdükten sonra ön taraftaki büyük bekleme salonuna ulaştık. Bize tahsis edilmiş olan asistanlar etrafımıza doluştu hemen. Benim asistanın yüzü kıpkırmızı idi.
“-Nerede kaldınız? Öldüm meraktan. Acaba başınıza bir şey mi geldi diye çok korktum.” Dedi.
‘Haydaaaaa! Yav sen bizi niye o kadar merak ediyorsun? Başımıza bir şey gelirse de gelir; sen niye korkuyorsun’ diyeceeeeem. Yazık! Gençtir! Kalbi kırılacak… Belki mesleğinde yenidir. Başarısız olmaktan korkuyordur diye düşündüm.
“- Merak edilecek bir şey yok! Bak artık buradayız.” Dedim.
Gülümsemeye başladı.
“-evet evet! Nihayet buradasınız. Dolayısı ile çok mutluyum.” Dedi.
Haydi, bakalım buyur buradan yak! Neyse fazla kurcalamadım bu söylediklerini kafamda bin tane problem zaten…

Kuralar çekilmeye başlanmıştı. Üçüncü kurada ilk çıkan isim Bitıls topluluğu olmuştu. Yeni Zelanda kontenjanından yarışmaya katılan topluluk en lirik şarkı kategorisinde birinci seçilmişti. Yarışma şarkıları da ‘let it bi’ idi. Ve bu efsanevi topluluğun karşısına bizim Afrodit’imiz çıkmıştı. Bitıls! Gençlik yıllarımızın efsanevi topluluğu! Çok sevinmiştik. Hatta asistanlarımız da havaya mı girdiler ne onlar da çok sevinmişti. Afrodit’imiz hafif terlemişti. Belli ki çok heyecanlanmıştı. Asistanlar yaptıkları birkaç telsiz konuşmaları ile Grubun ön salondaki yerlerini hemen tespit ettiler. Ve salonun güney tarafına yürümeye başladık. Bir iki dakika sonra iki grup karşı karşıya idi. Karşı grup sekiz on kişi kadardı.
Genelde spor günlük kıyafetler vardı üzerlerinde. İçlerinden sadece bazı müzisyenleri tanıyordum. Diğerlerinin müzisyen olup olmadıklarını bilmiyordum. Zayıf uzun olanı bizim Afrodit’imiz ile tokalaştı. Ve dünkü başarısından dolayı kutladı. Karşı grup belki kendilerine çok güvendiklerinden belki de şöhretlerine yaslandıklarından sanki bizim grubu küçümser gibi bir havada idiler. Biraz havalı gibi idiler. Aşikar bir şey yoktu ama öyle çok hissediliyordu ki… Ayrıca Afrodit’imizin dünkü inanılmaz daha doğrusu beklenmeyen başarısı karşı grubu ürkütmüş olabilir diye düşündüm içimden. bir yandan da böylesi bir dünya starı olmak acep ne menemdir diye sordum kendi kendime… Derken gazeteciler hemen bizi buldu tabii… Hemen fotoğraflar çekildi. Görüntüler alındı. Ve basın merkezine geçildi. Yapılan ortak basın toplantısında karşı grup ve Afrodit’imiz bildik cümleleri tekrarladılar
“- İlgi ile takip ediyoruz… Çok başarılı buluyoruz… Dün çok iyi idiniz…” gibi karşılıklı nazik ve centilmence iyi niyet cümleleri işte. Toplantı sürerken ceketimin arka eteğinin çekildiğini hissettim. Hafifçe dönüp baktığımda benim asistan kız olduğunu gördüm. Hayırdır diye göz kırptım. Başı ile dışarısını gösterdi. Ben de peşinden basın merkezinden dışarı çıktım.
“- Ne oldu?” Diye sorduğumda
“- Üff hep aynı klişe cümleler işte… Gelin sizi erkenden yerinize götüreyim.” Dedi. Çıkmış bulunduk bir kere.
“- İyi!” Dedim. Bu sözlerime çok sevindi ve gülümsedi. Yürümeye başladık.
“-Eğer isterseniz ve biraz daha hızlı yürürseniz size konser salonumuzun pek çok yerini gezdirebilirim.” Dedi. Onaylarcasına başımı salladım. Yürümeye başladık. Bir yandan yürüyorduk bir yandan da konser salonu hakkında bana bir şeyler anlatıyordu. Kim yapmış? Ne zaman yapmış? Duvarlardaki tabloları vitray çalışmalarını yol üzerindeki heykelleri anlatmaya başladı.
“- Size kahve ısmarlıyayım.” Dedi
“- Geç kalmayalım sonra!” Dedim.
“- Yoook! Oturmayacağız ki.” Dedi. Sonra oradaki kurulu büfelerden bir tepsi içinde aldığı karton bardakların içinde iki kahve ve iki küçük peynirli sandviçle geldi.
“- Kahve bol sütlü ve bol şekerli! Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.” Dedi. Bu atasözünü yabancı dilde duyacağımı hiç ummazdım. İkimiz de güldük. Sandviçleri ambalajından çıkarıp iki lokmada yedik. Tepsiyi tekrar büfeye bırakıp yeniden yürümeye başladık.
“- Gününüz nasıl geçti?” Diye birdenbire soruverdi
“- Lunaparkta idik!” deyiverdim. İçini çekti gözleri bir anlığına uzaklara daldı sonra gözlerime bakarak
“- Keşke ben de sizin yanınızda olsaydım.” Dedi.
‘Şşşşşşşt bi Dakka hoooop! Yabancı lisanda siz ile sen aynı şekilde söyleniyor. Ben böyle muhabbetlerde darlanırım aga açık olalım hani’
Diye geçirdim içimden… Tabii bunları söyliyemedim.
“- Keşke! Keşke sen de olsaydın!” Dedim gözlerine bakarak.
Bir müddet hiç konuşmadan yürümeye başladık. Sonra tekrar konuşmaya anlatmaya başladı. Kardeşim ne kadar da çok konuşuyor çan çan çan çan çan çan… Anlatıyor da anlatıyor
Kafamı şişirdi. Konser salonunun hemen hemen bütün koridorlarını da dolaştırdı ayaklarıma kara sular indi desem yalan olmaz.
Neyse! Geze konuşa konser salonunun jüri kapısına gelmiştik.
“- Ben konser bitiminde ve her an burada olacağım. Bekleyeceğim.” Dedi. Teşekkür edip içeri girdim. Yerime geçene kadar gördüğüm tanıdık ve aşina dostlara gerek el sallama gerek tokalaşma gerek iki çift laf etmek durumunda kaldım. İyi de oluyordu. Zaten yarışma şartnamesi gereği jüri üyelerinin yarışma süresince dışarıda bir arada olmaları yasaktı. Birlikte görülen hem jüri üyeliğinden hem de dernekten atılacaklardı. Yarışmaya hiçbir şaibe karışmasını istemiyordu yönetim. Eh! hal de böyle olunca dostlarla hal hatır sohbet ancak bu kadar oluyordu. Sonunda yerime oturdum.

Biraz sonra gonk çaldı. Ve perde ağır ağır kalkmaya başladı. Genç sunucu kız ve genç sunucu erkek tekrar sahneye geldiler. Genç kız limon çiçeği rengi bir etek ceket giymişti… Genç erkek sunucu frak giymeyi tercih etmişti bugün. Önce genç sunucu kız konuşmaya başladı. Ve medyaya duyarlılığı dolayısı ile teşekkür etti. Sonra genç erkek devamla halkın göstermiş olduğu hassasiyete teşekkür etmekle birlikte bu hassasiyeti her an üzerlerinde hissettiklerini bunun da kendilerine yüklediği sorumluluğun bilincinde olduklarını vurguladı. Genç sunucu kız da devamla etkinliğe katılan sanatçılara ve görev yaparken tarafsızlığından kimsenin kuşku duyamayacağı jüriye de teşekkür etmeyi ihmal etmedi. Ve sonrasında da sözün bitmesi artık müziğin başlaması vurgusu ile ‘DI BİTILS’ topluluğu sahneye davet edildi. Ve Bitıls sahneye çıktı.
Sahneye çıkarken epey alkışlandı ama böylesi ünlü dünya çapında bir topluluk daha fazla alkışlanır diye bekliyordum doğrusu. İngiliz soğukkanlılığı seyircilere de yansımış olmalı diye düşündüm içimden. Grup üyeleri sakin ve saygılı bir biçimde baş selamı ile seyircileri selamladılar. Bir iki akort denemesinden sonra o efsanevi topluluk bütün zamanların en lirik şarkılarını çalmaya başlamışlardı…
‘let it biiiiiiii
Let it biiiiiii
Let biiiiiiiiii
Nay nay naaay na nay noooom
let it bi iii iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii’

Ne kadar lirik bir şarkıydı… tüm seyirciler topluluk ile beraber şarkıyı mırıldanmaya başlamışlardı. Sanki mistik bir ortam oluşmuştu ve sanki şarkı değil bir tuhaf ilahi okuyor gibi idiler. Tüm seyirciler öylesine kendinden geçmişti.
Ve şarkılarını bitirdiler. Bütün salon ayağa kalkıp topluluğu alkışladı. Alkışlama epey uzun sürdü ama son derece seviyeli idi. Anlaşıldı diye geçirdim içimden seyircilerin çoğu İngiliz ve o pek meşhur İngiliz centilmenliği sınırları içinde kalmaya özen gösteriyor olmalı idiler… Topluluk seyircileri aynı şekilde saygılı bir biçimde baş ile selamlayıp sahneden ayrıldılar.
Jüri puanlarını verip içeriye, değerlendirme masasına gönderdi.
Ortalık birkaç dakika duruldu. Sonra sahneye çıkan sunucu genç kız şimdi sıradaki sanatçının bizim Afrodit’imiz olduğunu anons etti. Bu anons yapılır yapılmaz salon bir anda karıştı. Alkışlar ıslıklar haykırmalar çığlıklar ne oluyoruz demeye kalmadan bizim Afrodit’imiz muhteşem gülümsemesiyle sahnede görünmez mi? Koca bina gerçekten sallanmaya başladı. Herkes zıp zıp zıplıyordu. Sahneye yağdırılan güller karanfiller kır çiçekleri bir anda tüm sahneyi kapladı. Bazı jüri üyeleri “bu bir saldırı bu bir saldırı” haykırışları ile panik içinde koltukların altına saklanmaya çalıştılar.
Ve Afrodit’imiz şarkısını söylemeye başladı. Ne kadar da yumuşak sesi vardı Afrodit’imizin.
“-Neremineremiiiii
Her yerimiiiiii
neremineremiiiiiii
Gözlerimiiiiiiiiiiii”
Tüm salon bu enfes şarkıya avazları çıkarcasına eşlik ediyorlardı. Afrodit’imiz sahnede hakikaten bir peri gibi idi. Salondakilerin şarkıya baştan sona eşlik edebilmeleri dikkatimi çekmişti. Ellerdeki bayraklardan salonun büyük çoğunluğunun yurttaşlarımız olduğunu anlamıştım. Sonradan yaptığım araştırmada dün de epey Türk izleyicilerin olduğunu, dünkü başarıdan sonra biletlere korkunç talep patlaması yaşandığını, karaborsaya düşen biletlerin fiyatlarının uçuk rakamlara ulaştığını hatta bir biletin iyi bir araba fiyatına bile el değiştirdiğini öğrendim. Yurttaşlarımız her şeyi göze alarak kendi insanlarını yalnız bırakmayıp desteklemeye gelmişlerdi.

Ortalık yatışınca jüri de puanlarını verip değerlendirme masasına gönderdi.
Birkaç dakika sonra Sunucu genç kız ile sunucu genç erkek sahneye geldi. Sunucu genç erkeğin elinde içinde sonuçların olduğu bir zarf vardı. Kısa bir konuşma yaptı ve her iki yarışmacıyı tekrar sahneye çağırdı. Önce the Bitıls geldi… sahneye çıktıklarında epey ve tempolu alkışlandılar..sonra bizim Afrodit’imiz sahnede göründü… Alkış yağmuru yine sağanağa dönüşmüştü. Alkışlar biraz diner gibi olduğunda sunucu kız konuşmaya başladı. Konuşmasında her iki yarışmacıya da katılma lutfunu gösterdikleri için teşekkürlerini belirtti. Sonra sözü genç erkek sunucu aldı ve elindeki zarfı açtı zarfın içindeki kağıta baktı. Seyircilere döndü ve kazananın Afroditimiz olduğunu haykırdı… Ortalık bayram yerine dönmüştü… Islık öttürenler, zılgıt çekenler, haykıranlar, ağlayanlar… Manzara gerçekten görülmeye değerdi. Bir iki dakika sonra ortalık yatışır gibi olduğunda bitıls grubunun solisti söze girdi. Önce burada bulunmaktan büyük mutluluk duyduklarını, şarkılarının en lirik şarkı seçilmesinin kendileri için gurur kaynağı olduğunu, aslında gruplarının çok önce dağılmış olduğunu kendilerini, aday gösteren kişiye, kurumumuza ve kamuoyuna olan saygılarından olabildiğince bir araya gelmeye çalıştıklarını ve bunu başarmış olduklarını gördüklerini söyledi. Afrodit’imizin çok başarılı olduğunu kendisini yürekten kutladıklarını ve müzik yaşamında başarılar dilediklerini kendilerinin de bundan sonraki yaşamlarında çevre bilinci ve insanlık barışı, kardeşlik, sağlık gibi konulara vakfedeceklerini beyan ettiler. ve gerçekten bu güzel konuşmaları ile çok büyük alkış aldılar. Bravo bravo sesleri salonu çınlatıyordu. Sonrasında Afrodit’imiz aldı sözü gülümseyerek kendisini destekleyen herkese teşekkürlerini sunduğunu belirtti.
Salon yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Biz jüri üyeleri kendi aramızda sohbet ederken bir fısıltı dolaştı jüri üyeleri arasında. Kimsenin ayrılmaması isteniyordu. Bazı üyeler karara itiraz etmişlerdi. Salonun tamamen boşaltılmasını bekledik. Daha sonra başkan mikrofonu eline aldı ve itiraz edenlerin kimler olduğunu ve gerekçelerini sordu. Birkaç kişinin elini kaldırdığı görüldü. Başkan kendisine en yakın el kaldıran üyeye söz verdi. Ön Asyalı bir üye idi bu üye. Ayağa kalkıp konuşmaya başladı.
“- Salondaki seyircilerin aşırı tezahüratı ve bu tezahüratın oluşturduğu psikolojik baskı bazı jüri üyelerimizin değerlendirmelerini etkilemiş olabilir efendim. Dolayısı ile bu sonucun iptal edilmesini talep ediyorum.” Dedi. Bu talebe bazı itirazlar yükseldi. Ben dayanamayıp o üyeye laf attım.
“- Sana ne be kardeşim. İngiliz misin yoksa da biz bilmiyoruz.” Dedim. Bana dönüp
“- Orası seni ilgilendirmez! Hatta Liverpool taraftarı bile olabilirim. Demokrasi denen bir şey var herhalde.” Dedi. Bu sözlere başkan çok kızdı.
“-Yooo sayın üye! Siyaseti, sporu karıştırmayalım!” dedi. Başkanın bu sözü büyük alkış aldı. Başkan devam etti.
“- Madem öyle düşünenler var tekrar oyluyoruz. Bakın baskı unsurları da yok burada Hemen şimdi. Let it bi diyenler el kaldırsın!” dedi. Birkaç el kalktı havaya,
“-Pekiii, Neremineremi diyenler el kaldırsın!” Çok fazla sayıda el kalkınca başkan
“-İtiraz reddedilmiştir. Başka derdi olan var mı?” Diye konuştu başkan.
Bir başka üye el kaldırdı. Başkan söz hakkı verince üye ayağa kalktı. Bu üye de kuzey Afrika’dan geliyordu.
“- Başkanım izleyici baskısını görmezden gelemezsiniz. kendisini tehdit altında gören arkadaşlarımız var.” Dedi.
“- Eee? Ne öneriyorsun?” Diye sorunca başkan
“- Seyirci almayalım!” Demesin mi?
“- Oldu olacak yarışmayı iptal edelim! Ya demokrasi?” Diye patladım. Başkan elini uzatarak susmamı istedi.
“- Biz başka salondan ekrandan izleyelim!” Diyen jüri üyesi büyük itirazlarla karşılaştı. Bir başkası en arkada oturmamızı önerdi. Sonunda sahne düzeninde değişiklik yapılmasına yan tarafa bir loca oluşturulmasına bu locada her koltuğun önünde küçük bir monitör olmasına ve önümüzde bir sıra özel güvenlik görevlisi bulunmasına karar verildi. Bu karar başkanı da epey rahatlatmıştı. Çünkü bu yarışmayı izlemek isteyen bazı devlet başkanları, krallar, kraliçeler, başbakanlar ve kordiplomatik misyon üyeleri ikinci sırada oturmayı kendilerine yediremediklerinden izlemeye gelemiyorlardı. Böylece bu sıkıntı da ortadan kalkmış oldu. Toplantı bitmişti. Bize ait olan kapıya doğru yürüdüm Marie kapının hemen dışında idi. Diğer jüri asistanları da eşlik etmekle görevlendirildikleri jüri üyelerini bekliyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladık.
“- Sizin için çok kaygılandım.” Dedi Marie.
‘Töbeeeee! Yav ben çocuk muyum? Sen ne demeye beni merak ediyorsun Allah allaaah!’ Dedim içimden.
“- Kaygılanacak bir şey yok. Hem polemiklerde oldukça iyiyimdir ben!” Dedim gülerek
“- Sevindim.” Dedi o da güldü…
“-Sizi konser salonunun minibüsleri ile bırakacağız otelinize çünkü arkadaşlarınız gittiler.” Diye devam etti.
“- Benim için otelin tahsis ettiği bir araç var. çıkışta bekliyor olmalı. İstersen seni de evine bırakırız eğer yakında ise.” dedim. Başı ile olur işareti yaptı…
“- Evim iki kilometre ileride zaten!” Dedi. Dışarı çıktığımızda kadillak arabayı görünce
“- Ben bu arabaya binmem.” Dedi.
“- Hayırdır? Niye binmiyorsun?” Diye sorduğumda.
“- Bu araba benim durumumda olan biri için fazla lüks! Ben binemem. Hem burada hem evimin civarında laf olur. Siz gidin.” Saat 23 e geliyordu. Yalnız gönderemezdim. Biz benim arabanın garajdan konser salonunun önüne gelmesini beklerken tüm servis araçlarına herkes doluşup gitmişti bile. Kadillak araca yaklaştım. Şoföre;
“- sen git istersen! Bu gece serbestsin.” dedim. Başı ile olur derken hafifçe gülümsemesi ile sanki başka şeyler de demek istedi ama anlayamadım. Kontağı çalıştırdı. Yavaşça aracı hareket ettirdi ve gitti.

“-En yakın taksi durağı nerede?” Diye sordum.
“-Hemen şurası zaten! İsterseniz yürüyelim.” Dedi.
“-Tabii sizce bir sakıncası yoksa…”
Cevap vermedim. Bir müddet sessizce yürüdük. Hava sıcak sayılırdı. Ceketimi çıkarıp koluma aldım. Sonra kendini anlatmaya başladı henüz 21 yaşında imiş, iki yıldır bu işi yapıyormuş. Aynı zamanda öğrenimini de sürdürüyormuş. Annesiyle yaşıyormuş. Üffff amma da çok konuşuyor. Bir de meraklı bir de meraklı… Yok evli miymişim? Yok sevgilim var mıymış? Yanımda niye getirmemişim? Bu arada evi ya daha uzakta ya da bu kız beni gezelettiriyor arkadaş… Karnım da bir acıktı ki lunaparkta abur cubur bir de o ufak sandviç… Midem kazınmaya başladı.
“-Bu yürüyüş beni acıktırdı!” Dedim.
“-ben de çok acıktım ama neredeyse geldik sayılır.” Dedi.
“- Ben seni bıraktıktan sonra bir de otele kadar sabredemem. Bak şurada pizzacı açık.. Geliyor musun yoksa yalnız başına eve devam mı edersin madem yakın kendin gidiverirsin.” Dedim.
“- Peki, bende geleyim.” Dedi…
Küçük temiz bir pizzacı idi. İçerisi epey aydınlıktı. Sarı renk ağırlıklı dekore edilmişti. Sadece arkada bir masada bir çift oturuyordu… Boş masalardan birine oturduk. Gelen garsona
“- Açıksınız değil mi?” dedim. Başı ile onayladı kasadaki genç bayan…
“- Bana bir peynirli pizza!” dedim. “-Yanında mevsim salatası bir de soğuk su.” Kız da mantarlı pizza sipariş etti. Ulan şimdi memlekette olmak vardı dedim içimden. Dalardım kebapçıya ‘usta bana iki lahmacun çek! Acılı olsun! Yanına da soğanı, yeşilliği bol koy bir de ayran köpüklüsünden…’ ne doymadım mı? Dooooğru pideciye… ‘Usta bana bir kavurmalı pide yap arkası bir karışık pide daha! Ardından da haykırırdım. Tereyağı bol olsuuuun!’ Şimdi de burada oturmuş “kıytırık” İtalyan pidesini çatal bıçakla…
“- Daldınız!” Dedi!
“- Ha? Ne? Evet! Yorgunluktan her halde.” Dedim. Bu arada pizzalarımız içeceklerimiz geldi. Yemeye başladık. Asistanım çok mutlu görünüyordu. Tarafsız bir gözle bakılacak olursa bayağı eli ayağı düzgün güzel bir kızdı hani.
“-Çoktandır dışarıda yemek yememiştim!” Dedi. Acıdım birden!
“-Çalışmak bir yandan dersler bir yandan… Teşekkür ederim size efendim.” Dedi!
Bana efendim diye hitap etmek zorunda olmadığını söyledim
“- Bu tarz hitabı tanıdığım kişilerden duymak bana hüzün verir sadece!” dedim. Yine teşekkür etti.
Sonra kendisinden bahsetmeye başladı. Yaptığı işten pek memnun olmadığını ama okulunu bitirene kadar çalışması gerektiğini anlattı. Bu konser salonundaki işinin insanları ve hayatı tanıması için bulunmaz bir fırsat olduğunu ancak eşlik ettiği kişilerle sürekli problemler yaşadığını, genç erkek konukların yaklaşımından hoşlanmadığını, bayanlarla hiç anlaşamadığını ve onların aşırı kaprislerini anlayamadığını hizmet beğenmediklerini; yaşlı konukların ağırlanmasının da aşırı dikkat gerektirdiği için çok yorucu olduğunu ve yaşadığı bazı komik olayları anlattı. Gerçekten komik şeylerdi yaşadıkları. Sonra sözü bana getirdi. Bana eşlik etmekten çok mutlu olduğunu çok anlayışlı ve dikkatli olduğumu, kendisini zorlamadığımı kendisinin beni yönetmesine zorluk çıkarmadığım için ideal bir erkek olduğumu her genç kızın… Sözlerini kesip aslında geçimsiz aksi mizaçlı biri olduğumu ama misafir olma kurallarını da iyi bildiğimi bu arada kendisinin de işinde çok iyi olduğunu söyledim. Sohbet koyulaşmıştı. Bu arada pizzasını çok yavaş yediğini fark ettim.
Fark ettiğimi o da fark etti,
“- Geç kalıyorsunuz… Sizi alıkoyuyorum değil mi? Çok özür dilerim efendim…” Dedi.
“-Efendim demek yok! Evet, geç kalıyorum. Bence sen de geç kalıyorsun.” Dedim.
“-Haklısınız.” Dedi
Hesabı istedim. Hesap geldi kredi kartı ile ödedim.
“-Size çok teşekkür ederim. Umarım haddimi aşmamışımdır. Bana çok iyi davrandığınız için size minnettarım.” Dedi.
“-Uzatmaaa! Boşver! Hadi gidelim!” Dedim.
Dışarı çıktık. Ağaçlıklı bir yoldan yürüyerek evlerinin önüne kadar geldik. Bahçe içinde küçük bir evdi bu ev ve evde ışık yanıyordu…
“- Annem daha yatmamış. Eğer isterseniz bir kahve…”
“- Yooo yoo dönmem gerek, teşekkür ederim.” Dedim. Kızın gözlerinin nemlendiğini gördüm.
“- Hoşça kal!” Dedim. Arkamı dönüp yürümeye başladım. Yürüye yürüye otele geldiğimde saat gece yarısını çoktan geçmişti.

Teşrifatçı beni görünce çok sevindi.
“-Abi neredesin? Merak ettik!” Dedi. Başımla iyiyim iyiyim işareti yaptım. Doğru odama çıkıp uzandım. Hemen uyumuşum.

Telefonun sesine uyandım. Arayan bizim besteci kardeş idi.
“- Abi neredesin? Dün akşam da yoktun! Hem özledik hem merak ettik. İyi misin? Kahvaltıya inecek misin? Biz aşağıdayız…”
“-Valla hiç keyfim yok! Gündemde ne var?” Dedim.
“- Abi bu gün bir iki gazete ile bir haber kanalının çekimleri var hep oteldeyiz…”
“- İyi. Desene ben saat 15 e kadar özgürüm. Bana yiyecek bir şeyler gönder. Sonra saunaya geçeceğim.” Dedim. Sağolsun on dakika sonra bir büyük sandviç bir çikolatalı gofret bir de sıkılmış portakal suyu gönderdi. Bir şeyler yedikten sonra insan daha iyi hissediyor doğrusu… Balkondan biraz denizi seyrettim. Sonra spa merkezine indim. Uzak doğulu iki kız bana parfümlü yağlar ve kremlerle muhteşem bir masaj yaptı. Kendimi kuş gibi hissetmeye başladım. Bu kızlar işlerini iyi biliyorlardı doğrusu…
Sonra havuz başına indim. Bara yanaşıp bir meyve suyu ile bir sandviç söyledim kendime… Ve insanları seyretmeye başladım. Böylesi anlar en mutlu olduğum kafamı dinlediğim anlardı. Derken cep telefonu yine çaldı. Arayan bizim besteci
“- Abi kayboldun!” Dedi.
“- Kaybolmadım. Havuz başındayım. Sen de gel!” Dedim.
“- Tamam abi!” Diyerek kapattı. İki dakika sonra yanımdaydı.
“- Şükür kavuşturana abi. Nerelerdesin sen özledik yahu!” Dedi gülerek..
“- Buralardayım… Dün akşam çıngar çıktı. Çekemiyorlar bizi galiba ama üstesinden geldim şükür!” dedim.
“- Abi bilirsin başarılı olanlar hep kıskanılır. Dün akşam seyirci ne idi öyle abi yaa? Harbiden şoke oldum.”
“-Bugünkü gazeteler anlata anlata bitiremiyorlar. Bak*Türk diva İngiliz Bitıls ‘ı sürklase etti*
*Bitıls’a izin yok*
*Bitıls fark yedi* hep manşetler bizim ile dolu. Fotoğraflarını basmışlar bizim Afroditimizin. Bugünde Güney Amerika dan konser serisi teklifi geldi. Düşünelim dedik.”
“-Desene işler yolunda…”
“- Evet abi! Hadi birer kahve içelim sonra giyinelim saat geliyor yavaş yavaş.” Dedi.
Kahvelerimizi söyledik. Benim kahve sütlü!

Kahveyi içtikten sonra hemen odama çıktım. Ilık bir duştan sonra banyoda tıraş oldum. Sonra giyinmeye başladım. Krem rengi gömlek koyu füme takım giydim. Bu sefer rugan kemer ve ayakkabı seçtim. Ve hemen aşağıya indim. Herkes lobideydi. Afrodit’imiz yine o şeker pembesi kıyafetleri ile ne güzel görünüyordu. Etrafı da birkaç hayranı ile sarılı idi.
Beni görünce
“-Bebeğim bebeğim! Neredesin? Seni çok özledim bebeğim.” dedi. Elini öptüm.
“-Bugün de başaracağız değil mi bebeğim?” Dedi…
“-Siz en iyisisiniz Sayın Afrodit’imiz.” Dedim.
“-Ha ha ha ha ha… Ay ne şeker herkes bugün!” Diye keyifle kahkaha attı.
Otel müdürü arabaların geldiğini işaret edince dışarı çıkıp arabalara bindik. Besteci ve Afrodit’imiz yine aynı araca bindiler. Ben yalnız bindim. Şoförle dikiz aynasından göz göze geldik. Bakışlarımdan bana bir şey sormaması gerektiğini anladı. Konser salonuna doğru yollandık. Ben yine arka kapıdan girdim. Hızla ön salona geçtim. Ön salon çok kalabalıktı yine… Kimler yoktu ki? Boni Em mi dersiniz Tom Cons mu? David bovi mi? Enriko Masyas mı? Adriyano Çelentano? Daha kimler kimler… Neyse bizimkileri buldum. Hepsi de kendilerine gösterilen ilgiden çok mutlu oldukları yüzlerinden belli idi.
Derken Marie yanıma geldi
“- Size çiçek getirdiiiim.” Dedi. Çok şaşırmıştım. Marie karşımda bir demet kır çiçeği ile duruyordu. Bizim gruptakiler de çok şaşırdı. Diğer asistan gençler de gah yarım gah sırtlarını dönerek gülmeye başladılar. Çiçeği elinden alırken
“-Teşekkür ederim canım. Ama henüz seninle el ele tutuşup gökkuşağının altından geçmedik ki!” Deyiverdim. Tabii herkes kahkahayı patlattı bu sözlerime. İnsan büyük bir şair ve yazar olunca böylesi tumturaklı sözleri bir anda sallayıveriyor. Ne yaparsınız. Bu arada bu sözün manasını da bilmeyenler için açıklayayım. Birbirlerine kavuşması çok zor olan çiftler için söylenir. Eğer el ele tutuşup gökkuşağının altından geçmeyi başarabilirlerse kavuşabilirler ancak başaranların cinsiyetleri de değişiyor kız erkek oluyor erkek de kız. Yani imkansızın imkansızı hallerini vurgulayan saçma bir batılı inanışı esprisi işte.
Marie kıpkırmızı olmuştu. Gözleri sulandı.
“- Şaka yaptım. Lütfen alınma amacım seni incitmek değildi.” Dedim. Gülümseyerek alınmadığını anladığını belirtir şekilde başını salladı. Çiçekleri Afroditimize verdim. Çok mutlu oldu. Beni yanağımdan öptü.

Asistanların getirdiği kahvelerimizi içerken kuralar çekilmeye başladı… İlk iki kuradan sonra Afrodit’imizin adını yazdı dijital ekran… Afrodit’imiz hafiften pembeleşti. Ter yaptı hafiften. Heyecanlanmıştı. Sonrasında Umberto Tozi En hüzünlü şarkı birincisi idi. Şarkısı ise ‘Ti amo’ !
Kırkı çoktan geçmişti Tozi ama güçlü duruyordu. Anlaşılan sadece makarna ve pizza yememişti. İyi bakmıştı kendine. Yıllar onu yıpratamamıştı.
Bildik sahneler… Telsiz sesleri, dev salonun bir ucundan bir ucuna acele acele yürümeler, Umberto Tozi ve ekibi ile karşılaşma! Kucaklaşma! patlayan flaşlar! Basın merkezine geçiş, bildik sözler, başarı dilemeler… sürerken yine ceketimin eteği çekildi. Dönüp baktım. Marie! Fısıltıyla
“- Ne vaaar?” Dedim.
“- Hadi gidelim!” Dedi.
“- Üffffff!” Dedim ve toplantıyı izlemeye devam ettim. Bir iki dakika sonra yine ceketimi çekiştirince anladım ki rahat yok, ayrıldım toplantıdan…
“- Bana fazla müdahale etmesen?” Dedim. Ses tonum epey sertti.
“- Ha ha!” Diye güldü
“- Asistanız ama unutmayın bu bina içinde siz bizi değil daha ziyade biz sizi yönetiriz. Yoksa işler yürümez.” Şöyle bir düşündüm. Haklıydı. Yürümeye başladık. Yine kahve ve sandviç aldık.
“-Dün akşamki skandaldan sonra konser salonu yönetimi yeni önlemler aldı. Güvenlik önlemleri ve bazı teknik ve yapısal değişiklikler… Onun için daha erken yerinizde olmanız gerekiyor diye uyarmak istemiştim efendim.”
“-Bu arada çiçekler dün akşamki nazik eşliğiniz içindi. Evimin bahçesinden toplayıp getirdim. Daha önce bir erkeğe hediye almadığımdan ve size kendimi borçlu hissettiğimden…”
“-Efendim yok Marie efendim yok! Bana da kendini borçlu hissetmene gerek yok! Ben doğru bir davranış yaptım hepsi bu! bu arada Sadece başkaları varken efendim demen şart ama şu an sıkıcı…”

Gülümsedi önüne baktı. Yürümeye devam ettik.büyük bir koridordan geçerken
*” İçimden o şarkının çıkmasını ne çok istemiştim.” Dedi.
“- Ne? Umberto Tozi mi? Niye?”
“- Onu da çok severim şarkısını da, ondan dolayı.” Dedi.
“- Eh sen şimdi bizim kaybetmemizi de istersin içinden.” Dedim.
“- Yok yok ! Aksine kazanmanızı istiyorum. Ama o şarkı bana çok şey ifade ediyor çok özel bir durum bu…”
“-Hıımmmmm! Dedim. Bir anısı filan mı var?”
“- Yok! Hayır! bilakis hani bazı şeyler vardır cesaretini toplayıp karşındakine söyleyemezsin de bir başka yabancı dilde yavaşça mırıldanıverirsin. Veya kendine bile itiraf edemezsin de başka dilde bağıra bağıra haykırırsın dedi. İşte öyle bir şey…”
“- O-hoooooo felsefeye baaak! Hem de bu yaşta! Felsefe mi okuyorsun sen?” Dedim!
“-Hukuk!” Dedi…
“-Aferin aferin!” Dedim.
Nihayet salonun giriş kapısına gelmiştik. Marie ye dönüp
“-Ben içeri giriyorum. Sen burada…”
Sizi bekleyeceğim efendim! Dedi. Gözlerine baktım. Buğulanmıştı. Bir şey demeden içeri girdim.
Aga ben bu kızdan pirelenmeye başladım. Bir yandan da kanım kaynamaya başlamadı değil. Ama du bakali diyelim. Diye düşünerek yeni düzenlenmiş locada yerimi buldum. Geçip oturdum. Yeni düzenleme gerçekten daha güzel olmuştu. Bulunduğumuz yerden her yer daha güzel daha rahat görünüyordu.

Biraz sonra iki sunucu sahneye çıktı. Sunucu genç kız kıpkırmızı bir tuvalet giymişti. Beyaz kolye ve bilekliği ile çok güzel görünüyordu. Genç sunucu erkek de bembeyaz bir frak giymişti. Ve yeşil papyon takmıştı. Aklıma bayrağımız geldi. Hem bizim bayrağımız hem İtalyan bayrağının renkleri sunucuların kıyafetlerinin toplamında mevcuttu. Herhalde seyirciler de fark etmiş olmalı ki öncesi günlere göre müthiş alkış aldılar.
Önce kısa bir konuşma yaptı genç erkek sunucu ve sözü sunucu genç kız’a bıraktı.
Genç kız anons etti.
“- şimdi huzurlarınızda Umberto Tozi ve şarkısı ‘Ti amo’
“ Ti aaaaaaaamo*
Lay lay lay looooy
Ti aaaaaamooo
Lay lay lay laaaaay
Tiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii”
Umberto tozzi elinde mikrofonla sahneye çıkmış. Ve o muhteşem şarkısına başlamıştı. Yürekten okuyordu. İnsanın tüylerinin diken diken olmaması imkansızdı. Hele şarkının yarısına doğru adeta takatsizcesine veya yalvarırcasına diz çökmesi ve şarkıya böyle devam etmesi seyirciyi iyice coşturdu. Ne kadar da güzel bir sevda, bir aşk şarkısı idi.
Şarkısını bitirip seyirciyi eğilerek selamladı. Herkes delice alkışladı.
Sonra sunucu gençler yine sahneye çıktılar ve genç sunucu kız bizim Afrodit’imizi anons etti. Alkış kıyamet derken Afrodit’imiz sahneye çıktı. Çıktı çıkmasına ama bu sefer ortalık daha çok karıştı. Sahneye binlerce çiçek atılmakla kalmadı. Arka sıralarda sekiz on seyirci o maçlardaki meşalelerden yaktılar. Ortalık kükürt dumanına ve kokusuna büründü. Yangın çıkabileceği korkusu ile çığlık atanlar ortalığı velveleye verenler… Hemen özel güvenlik müdahale etti. Meşaleler söndürüldü. Sunucu erkek tekrar mikrofona gelerek bulunduğumuz yerin bir kapalı salon olduğunu, güvenlik önlemlerinin sınırlı olduğunu ve hepimizin güvenliğinden hepimizin sorumlu olduğunu konukların daha duyarlı olacaklarını umut ettiklerini nazik bir biçimde dile getirdi. Havalandırmalar daha yüksek kapasiteyle gürültüyle çalıştırılmaya başlandı. Üst camlar, üst kapılar açıldı. Salon yaklaşık yarım saat havalandırıldı. Sonra tekrar Afrodit’imiz anons edildi. Sahneye çıktığında yine sahneye binlerce çiçek atıldı. Ula bizimkiler az evvel çiçekleri atmamış mıydı? Nereden çıktı bu çiçekler? Biraz düşündüğümde çözer gibi oldum. Şarkı bittiğinde atacakları çiçekleri atmış olmalıydılar… Şarkı bittiğinde bile çiçek yağmuru… Böylesi bir duygusallık, böyle bir ince düşünce her ulusa nasip olmaz azizim dedim içimden.
Ve Afrodit’imiz muhteşem şarkısına başladı.

*-Neremiineremiiiiiii
Ellerimiiiiiiiii
neremineremiiiiii
Gözlerimiiiiiiiiiiiiii*

Bir yandan hafiften dans ediyor ellerini, kollarını kaldırıyor, bir yandan şarkısını söylüyordu. Bütün salon büyülenmiş gibiydi. Şarkı bittiğinde yer yerinden oynadı yine
Alkış kıyamet curcuna ve sahneye binlerce çiçek atıldı yine... İyi de kardeşim siz az evvel de ikinci defa çiçek atmamış mıydınız? Nereden çıktı bu çiçekler? Biraz düşününce çözdüm. Şarkının sonunda atacakları çiçeklerin yarısını atmışlar, Böylece şarkı sonuna da saklamış olmalıydılar. Benim aklıma kolay kolay gelmez böyle şeyler ama ‘bizim ulusumuzun kolektif bilinci boşuna mı efsane’ dedim kendi kendime hem de güldüm. Afrodit’imiz seyirciyi selamlayıp çıktı sahneden jüri puanlarını belirleyip gönderdi. Biraz sonra sunucular sahneye çıktı. Genç erkek sunucunun elinde sonuç zarfı vardı. Genç kız sunucu Umberto Tozi ve Afrodit’imizi anons etti. Alkışlar eşliğinde her ikisi de sahneye geldi. Sunucu genç erkek kısa bir teşekkür konuşması yaptıktan sonra zarfı yavaşça açtı. Ve sonucu okudu
Afrodit’imiz kazanmıştı. Alkışlar ıslıklar çığlıklar… Sahne yine çiçek yağmuruna tutulmuştu.
‘Yav bu çiçekler nereden çıktı şimdi’ diye düşünmeye başladım. Öyle ya daha önce üç defa çiçek yağmuru yapılmıştı. Salonun içinde çiçek standları da yoktu bildiğim.
Sonunda çözdüm. Afrodit’imizin galip geleceğini tahmin eden yurttaşlarımız sonuç açıklanmasına da çiçek ayırmışlardı. ‘Ula dedim böylesi uzak görüşlülük hangi ulusta var?’ dedim. Ve böylesi bir ulusa üye olduğum için kendimle gurur duydum.
Alkışlar biraz yatıştıktan sonra genç sunucu kız mikrofonu Umberto Tozi’ye vermek istedi. Umberto Tozi bir yandan boğazını tutuyordu. Bir yandan da konuşma yapamayacağını diğer eli ile işaret ediyordu. Belli ki ses tellerini çok yormuştu. Gözleri de yaşlıydı. Son derece hayal kırıklığına uğradığı her halinden belli oluyordu. İzin isteyip seyirciyi selamladı ve sahneyi terk etti.
Daha sonra sanatçının Yarışmalar bitmeden şehirden ayrıldığı ve kuzey İtalya da çam ormanları içinde bir klinikte uzun süre tedavi gördüğü söylendi. Elemelerde kaybeden sanatçı ile ülke medyasının bir kısmı dalga geçince sanatçı çok bozulmuş olduğu ifade edildi. Tedavi konusu boğazında ve ses tellerinde aşırı tahribat olduğu resmen açıklansa da bazı dedikodu kaynakları ve paparazziler o kliniğin sinirleri bozulanlara da hizmet verdiğini iddia etmişlerdi

Genç sunucu kız mikrofonu Afrodit’imize uzattığında da Afrodit’imiz mikrofonu aldı.
“-Öncelikle hepinize teşekkür ediyorum. Şu anda çok mutluyum. Sevgili arkadaşımın da şarkısı çok güzeldi.”
“-Sevmek dünyanın en güzel en yüce duygusudur bence. Ama tek taraflı sevmek insana mutsuzluk verir yıpratır. Oysa sevgi karşılıklı olursa bu sevgi mutluluğa dönüşür. Sevgi kadar yüce bir duygu değilse de mutluluk en güzel haz veren duygudur. Hepinize mutluluklar dilerim.” diyerek sözlerini bitirdi. Çok şiddetli alkışlandı bu sözler daha öncesi kadar değilse de yine de epey çiçek atıldı sahneye, ‘peki bu çiçekler nereden çıktı kardeşim? Var mı bunun izah tarzı?’ dedim kendi kendime. Sonra da yine kendim buldum. Bizim sağlamcı; ne olur ne olmaz sakla samanı gelir zamanı zihniyetindeki ihtiyatlı yurttaşlarımız olmalıydı. Çok keyiflendim çok. Böyle bir ulusa mensup olmaktan onur duydum, gurur duydum.
Bizim Afrodit’imizden sonra bir yarışma daha vardı. O yarışmacılar da gösterilerini yaptı puanlarımızı verdik kazanan açıklandı. Seyirciler dağılmaya başladığında biz çıkacak gibi olduğumuzda yine bir itiraz geldi. Mecburen kaldık. Bu kez Güney Amerikalı üyenin bir itirazı vardı. Sahneye çiçek atılmamasını önlem alınmasını istiyordu. Gerekçesi hem protokolün de kafasına geliyordu. Hem de kötü niyetliler olabilirdi. En önemlisi ise bazı sanatçıların çiçek tozuna polene karşı duyarlı olabileceği ihtimali idi.
“-Kardeşim sana ne? Senin ülkenden şu anda yarışan yok bir şeyin yok. Ne çıkıyorsun ortaya öyle birdenbire? Sana mı kaldı?” diye bağırdım. Herkes bana şaşkınlıkla dönüp baktı. Ses tonum biraz fazla yüksekti galiba.
“- Peki, ama ya demokrasi?” Dedi
“- Haydaaaa kardeşim demokrasi ile ne alakası var bir! Şu demokrasi ne menem bir şey ki üstüne vazife olmayanlar hemen omuz verir. Anlamadım gitti.” Diye devam ettim. Etraftakiler daha çok şaşaladılar.
Öyle ya ‘çoğunun ülkesinde hep başkalarının demokrasisi ile ilgilenirler’ diye düşündüm içimden. Ama yekten söyleyemedim. Böylesi bir tepki benim üyelikten atılmam demek olabilirdi. Birkaç kişi daha söz aldı. Sonunda başkan.
“ -Kapı girişlerinde güvenlik önlemlerinin artırılması konusunda girişimler yapılmasına, üst aramalarında içeriye meşale veya çiçek gibi şeylerle girmek isteyenlerin içeri girmelerine izin verilmeyeceğine, bu durumun basın yolu ile hemen duyurulmasına iş bu işlemlerin hemen gerçekleşmesi için ilgili birimlere talimat verilmesine karar verilmiştir.” Dedi. Ve toplantı bitti.
Salonun kapısından çıktığımda Marie beni bekliyordu. Gözleri kıpkırmızı idi. Hatta burnu bile kızarmıştı.
-“ Ağladın mı sen?” Dedim
“-Yoo! Ağlamadım. Dalmışım.” Dedi. Yürümeye başladık.
“- Seninki kaybetti.” Dedim.
“- Evet! Sizin şarkıcınız ne güzel söyledi ama! Tek taraflı sevmek hiçbir şey ifade etmez dedi. Haklıydı.” Dedi
“- En iyisi karşılığı olmayacağını bildiği sevdalara sürüklenmemeli insan. Böylece mutlu yaşar.” Dedim.
“- Siz de haklısınız.” Dedi. Sonra gülmeye başladı.
Yürüye yürüye ana kapıya gelmiştik bile… Biraz uzağa park etmiş olan şoför beni kapıda görünce
Hemen aracı çalıştırdı ve hareket ettirdi ve konser salonu kapısı girişine geldi.
“- Seni bırakayım mı evine?” Dedim.
“- Teşekkür ederim. Servisle gideceğim.” Dedi gülerek. Ve ben araçla hareket ederken el salladı. Aracımız ileride köşeyi dönerken hala arkamızdan bakıyordu. ‘Lan ne iyi kız şu Marie!’ Dedim kendi kendime. Hem ince hem de duygulu! Bu zamanda böylesi kız zor bulunur valla… Gibi şeyler düşünürken otele gelmişim.

Kapıdaki görevli
“- Abi hoş geldin! Sizin grup Fish restaurant‘ta balık yemekteler. Seni de bekliyorlar” Dedi.
“-Fish restaurant asma katta!” Diye devam etti. Hemen yürüyen merdivenlere yöneldim. Asma kata çıktım. Ve restauranttan içeri girdim. Bizimkiler en ortada bir uzun masada bir yandan yiyip içiyor, bir yandan gülüp eğleniyorlardı. Beni görünce sevinip el salladılar. Doğruca Afrodit’imizin yanına gidip elini öptüm ve
“- Bu gece muhteşemdiniz! Kraliçem!” Dedim.
“- Oooooo bebeğim ne güzel sözler duyuyoruz senden. Senin gibi genç kızların bile başını döndüren bir yakışıklıdan bu sözleri duymak ha ha ha ha !”
Bütün masa gülmeye başlayınca
“- Dedikoducusunuz hepiniz!” Diye bağırdım. Daha çok gülmeye başladılar.
“- Ooooooooooooooooooo” demeye başladılar bende oturup somurtmaya başladım. Garson geldi
“- Abi sana ne hazırlatayım?” dedi.
“- Bana ızgara köfte getir!” Dedim.
“- Balık köfte mi abi?” Dedi garson
“- Hayır! Dedim dana etinden!” Surat asmam masadakilerin neşesini daha çok arttırdı. Gece boyunca benimle uğraştılar. Ben de onların bu takılmalarına tepkisiz kaldım. Bir ara Besteci kardeş bana dönerek
“- Abi yarın saraya gidiyoruz. Öğlen saat birde bu ülkenin Cumhurbaşkanı himayelerinde tüm ekiplere öğle yemeği düzenlenmiş. Öğlende saraydayız. Dedi.
İçimden ‘Neyleyim sarayı? Neyleyim köşkü? İçinde salınan yar olmayınca!’ Türküsü geçti. Gülmeye başladım. Yemek tabaklarımız boşalmıştı zaten… Kalkmak üzere idik.
“-Ben bara çıkıyorum.” Dedim. “-Gelen var mı?” Bütün ekip geleceğini açıklayınca asansörlere doluşup çatı bara çıktık.
Oturduk bir masaya… Garson hemen yanımıza gelip;
“- Hoş geldiniz abi!” Dedi.
“- Eyvallah koçum!” Dedim.”- Rakı var mı rakı?”
“- Var abi!” Dedi.
“- İyi! Önce Afrodit’imiz için bir şampanya patlat en ekistırasından, bana da bir ufak rakı ver, sonra sor kim ne içiyorsa ondan ver!” Dedim. Masada olan herkes
“- Abi senin ufaktan ben bir duble alırım.” Deyince
“- Delikanlı rakı büyük olsun!” Dedim.
Önce şampanyayı patlattılar. Afrodit’imiz bir yudum alıp bıraktı. Sonra rakı geldi. Rakı iyi de bu gurbet elin peynirleri dandik kardeşim. Nerede bizim memleketin peynirleri dedim içimden. Birden bizim memleketin peynirleri üzerine bir yazı yazma fikri geldi aklıma. Döner dönmez yazmaya söz verdim kendime. Gece çok neşeliydi güldük eğlendik. Şarkılar söyledik. Ama çok oturmayıp gece yarısı olmadan kalktık. Odama gidip bir duş aldım ve yattım.

Sabah oda telefonu çaldı. Arayan receptionist kız idi.
“-Abi günaydın! Bugün yemek programınız var. Araçlar 12.30 da sizi almaya gelecek şimdiden haber vereyim dedim.” Dedi
“- Sağol canım! Uff başım! Saat kaç şimdi?” Diye sordum.
“- Saat 07.30!” Dedi!
“- Çüşşş!” Dedim.
“- Anlamadım abi?” Dedi.
“- Ha? Yok! Yok bir şey! Sağ ol! Sağ ol!” Dedim. Uykum kaçmıştı. Yatakta biraz tembellik yaptıktan sonra duşun altına girdim. Peşine de jakuziyi açtım. Hava kabarcıklarının uğultusu ve titreşimleri sayesinde kendime geldiğimi hissetmeye başladım.
Sonra duştan çıktım. Hiç kurulanmadım. Öyle çırılçıplak balkona çıktım. Sabahın serin rüzgârı ne güzel bir ürperti veriyordu. Sonra odaya girip altıma şort giydim üstüme bir atlet geçirdim. Terliklerle havuz başına indim. Kahvaltıda açık büfeden biraz rokfor peyniri, zeytin, tereyağı, bal, vişne reçeli, domates dilimleri, salatalık ve yeşil salata türevlerinden aldım. Bir şişe de su aldım. Ayrıca bir mantarlı omlet ile bir portakal suyu söyledim. Bir fincan da sütlü neskafe söyledim. İki dilim de kepekli ekmek aldım. Bugün pek iştahım yoktu aslında ama yedikçe iştahım açıldı desem yeridir. Hepsini silip süpürdüm. Sonra havuza dalıp çıktım. Sonra havuzun duşunun altına girdim. Sabahleyin havuz pek sakin ve serindi. Biraz şezlonga uzandım. Güneş yükselmeye başlamıştı. Üstüm de kurumuştu artık. Sonra hızla kuaförün yanına çıktım.
“- Sadece sakal! Acele!” Dedim.
“- Abi saça da bir iki makas atsak?” Dedi kuaför genç! Aynaya baktım haklıydı gerçekten.
“- Pekala! Ama çok çabuk!” Dedim. Gerçekten de işini iyi biliyordu kuaför çocuk birkaç dakika içinde hem saçlarımdaki bazı uzayan kabaran yerleri almıştı hatta daha güzel bir modele dönüşmüştü saçlarım… Enseyi düzeltmişti. Sakalı da tek perdahta halletmişti. Esaslı bir bahşiş bırakıp odama çıktım. Tekrar duşun altına girdim. ‘-Ulan fazla yıkanmaktan eriyeceğim şerefsizim!’ Dedim içimden sonra da ‘hadi len oradan! Şekerden misin eriyeceksin? Şuna bak!’ Dedim.
Sonra yatağa uzanıp tavanı seyrederken cep telefonu çaldı. Arayan bizim besteci kardeş.
“- Abi nerelere kayboldun ya! Kahvaltını yaptın mı?” Dedi.
“- Çoktaaan! Hatta havuza da yeşil ördek gibi daldım çıktım.” dedim.
“- İyi yapmışsın abi! Şu an neredesin?” Dedi
“- Odamdayım!” Dedim. “-Tavanları seyrediyorum.”
“- Abi saat 11 15 şu anda! İstersen yavaş yavaş giyin de in aşağıya biz 12.00 de lobide bir araya geliyoruz. Bir ön toplantı yapalım.” Dedi.
“- Tamam koçum! Saat 12.00 de oradayım sen rahat ol!” dedim. Tavana bakıp hayal kurmaya devam ettim. Sonra kalkıp giyinmeye başladım. Açık gri rengi bir takım seçtim kendime takım elbiselerimin arasından. Valizden böylesi bir durum için getirdiğim hediyeler arasından el yapımı bir küçük ipek duvar halısı ile bir bakır işlemeli maşrapa seçtim. Her ikisini de çok şık bir yaldızlı kutu içine yerleştirdim. Bir de “ Türkiye den sevgilerle” yazılı bir kartvizit iliştirdim. Kutuyu bir kağıt poşete yerleştirip aşağıya indim. Afrodit’imiz dahil herkes aşağıdaydı.
Afrodit’imiz beni görünce,
“- Aaaa bebeğim gelmiş, benim bebeğim!” diye bağırmaya başladı. Yanına gittim elini öptüm.
“- Bana küsmedin dün akşam değil mi bebeğim?” Dedi
“- Size küsülür mü sayın Afrodit’imiz?” Dedim.
“- Ay hepiniz ne tatlısınız bebeğim. Aranızda ne mutluyum bir bilseniz.” Dedi. Gülüştük.
Besteci kardeş önündeki gazeteleri göstererek,
“- Abi hep bizden bahsediyorlar. Bu arada salona çiçek getirmek yasaklanmış. Üst araması yapılacakmış. Ortalığı birbirine kattık.” Dedi.
“-Her yerde ve her gittiğimiz yerde! Etiket olmak bize yakışır!” Dedim.





Kendime bir kahve söyledim. Ziyaret hakkında konuştuk. Üç kişi gidecektik. Afrodit’imiz ben ve besteci kardeş. Vereceğimiz hediyeden de bahsettim. Onayladılar. Orada yiyeceklere saldırmamak için ikişer tane peynirli tost getirtip hemen yedik. Sonra limuzinin geldiğini haber verdiler, dışarı çıktık ve üçümüz limuzine doluştuk. Aracın içi tahminimden de geniş idi gündüz gözü ile bakınca. Şoför hafiften müzik açmıştı. Afrodit’imiz uçuk pembe kıyafeti içinde ne kadar de güzel görünüyordu.
Çok geçmeden Cumhurbaşkanlığı sarayı dış giriş kapısına ulaştık. Saray şehrin tam ortasında oldukça büyük bir arazi içinde idi. Kapıda kendimizi tanıttık. Davetiyemizi gösterdik. Görevliler girişimize izin verdiler. Çimleri kısacık kesilmiş, çiçekler ve ağaçlar ile kaplı bir yolda yaklaşık bir beş dakika gittik. Beyaz mermerden malikane karşımızda idi. Geniş avlu devasa hayvan heykelleri ve sürrealist figür heykelleri ile dolu idi.
Araçtan indik. Görevliler araçları gideceği güzergah ve yer altı otoparkına yönlendiriyorlardı.
Ana giriş kapısının her iki yanında protokol ve güvenlik görevlileri vardı. Kendimizi tanıttık. Bu arada getirdiğimiz hediyeleri de protokol görevlilerine teslim ettik. Bizim önümüzde kaydetmeleri gerektiğini belirtip kutuyu açtılar. Protokol görevlilerin gözlerinden hediyeleri çok beğendikleri anlaşılıyordu. Başkan adına teşekkür ettiler ve getirdiğimiz hediyelere birer barkodlu numara yapıştırdılar ve bilgisayara kaydettiler.
Bizler sıraya girdik. Epey kalabalıktı gelenler… Yaklaşık on dakika sonra sayın Cumhurbaşkanı ve eşi karşımızda idi. Maslahatgüzarlar bizi tanıttı. Sayın Cumhurbaşkanı ile tokalaşırken kendileri hafifçe eğildi ve bana
“- Ülkenizden getirmiş olduğunuz çok kıymetli ve zarif hediyelere sonsuz teşekkür ediyorum. Bu armağanlar cumhurbaşkanlığı sarayı müzesinde sergilenecektir.” Dedi.
Vay be! Bizim armağanlar demek büyük memnuniyet yaratmıştı ki kabul sürerken bile Sayın Cumhurbaşkanını bilgilendirmişlerdi. Afrodit’imize ve besteci kardeşe söyledim. Onlar da çok sevindiler. Kokteyl salonuna geçtik. Hem aperatiflerimizi içtik hem de ayaküstü pek çok insanla tanıştık. Ahbaplık ettik. Sonra yemek salonuna geçtik. Görevliler Afrodit’imizi Başkan’ın yanına oturttular. Uzaktan bakan o ülke vatandaşları cumhurbaşkanımız yanındaki eski dünya güzellerinden mi yoksa bir kraliçe mi diye kendi kendine sorabilirdi gerçekten. O derece masaya ve ortama yakıştı bizim Afrodit’imiz. Eminim görevliler de salondakileri şöyle bir gözden geçirmiş ve en alımlı bayanın Afrodit’imiz olduğuna kanaat getirerek Cumhurbaşkanlarının yanına oturtulacak kişinin Afrodit’imiz olması gerektiğine karar vermiş olmalıydılar.
Yemekte deniz ürünleri, av etleri, ızgaralar, haşlanmış sebzeler, salatalar, meyveler, pudingler, dondurmalar… Her şey vardı. Servis hızlı yiyecekler lezzetliydi. İçecek ise isteğe göre idi. Ben kırmızı şarabı tercih ettim.
“Gelecek için” diye kalktı tüm kadehler ve sonra sayın cumhurbaşkanı ayağa kalktı elindeki bir kağıda arada bir göz atarak konuşmaya başladı.
“-Önce davetimi kabul ederek geldiğiniz için teşekkür ediyor hepinize hoş geldiniz diyorum. Göreve başladığım günden beri en kıymetli en saygıdeğer heyeti ağırlamakta olmanın mutluluğu ve heyecanı içindeyim. Yaşlı dünyamızı gün geçtikçe zorlu günler beklemektedir. Bir yandan hızlı nüfus artışı bir yandan gerek aşırı ve ölçüsüz sanayileşme gerek bilinçsiz ve kontrolsüz bir çevre tahribatı bir yanda aşırı zenginleşme bir yanda aşırı yoksullukların yarattığı gerginliklerin ortaya çıkardığı durmak bilmeyen ve gittikçe yayılan savaşlar. Dünyanın adeta bir felakete doğru sürüklenmesinde bazı bilinçsiz veya aşırı hırslı politikacıların da önemli rol üstlenip üstlenmediğini gelecekte tarihçiler tarafından mutlaka değerlendirme içine alacaktır. Oysa bugün tarihe dönüp baktığımızda bugüne kadarki süreçte insanlığı ileriye taşıyanların hep ve daima sanatçılar olduğunu görmekteyiz. Şimdi durum daha vahim yük daha ağırdır. Ancak umudumuz büyüktür. Bütün bu sorunlar aşılacaktır. Çocuklarımızı daha güzel bir dünya beklemektedir. Bugüne kadarki süreç bize böylesi bir gidişatı göstermektedir. Ancak bu konuda siz sanatçıların daha duyarlı ve daha gayretli olmasının gerekliliğini dikkatinize arz ederim. Üzerimde bulunan görev ve sorumluluk bu konularda vurgulamamı gerektirmektedir. Beni dinleme lütfünü gösterdiğiniz için teşekkür ediyor sayın heyetinizi saygı ile selamlıyor ve hoş geldiniz diyorum.” Dedi.

Bu güzel zarif ve içeriği anlamlı cümleler tüm konuklar tarafından uzun uzun alkışlandı…
Sonra bir gitar dinletisi ve bir mim gösterisini izledi tüm konuklar ve sonrasında yemek sona erdi.
Çıkışta Sayın Cumhurbaşkanı bana armağanlarımızı gördüğünü ve çok beğendiğini söyledi ve tekrar teşekkür etti. Afrodit’imiz ile yan yana fotoğraf çektirdi. Sayın First Lady de Afrodit’imiz ile yan yana ve gülerek fotoğraf çektirdiler. Zaten yemek boyunca Sayın First Lady hayranlıkla bizim Afrodit’imizi seyretmişti.
Hızla Cumhurbaşkanlığı sarayı binasından ayrıldık. Geniş avluda bize tahsis edilen beyaz limuzini bulmak zor olmadı. Zaten kaç tane limuzin vardı ki bahçede?
Hemen otele döndük. Asansöre dalıp yukarı çıktım. Hemen üstümü çıkarıp duşun altına girdim. Ilık duş iyi gelmişti. Hemen çıkıp kurulandım. Beyaz bir gömlek giydim yanık kahverengi çizgili bir takım çıkardım askıdan. Verevine devetüyü yeşil çizgili ipek bir kravat taktım. İncili kol düğmelerim ve kravat iğnem ile birlikte kahverengi ayakkabı ve kemer ile giyinme işini tamamladım. Aynaya baktım iyi görünüyordum. Saçlarıma hafifçe briyantin sürdüm. Süperim. Hızla aşağıya indim.

Lobiye kimse gelmemişti henüz. Havuzu gören deri koltuklardan birine oturdum. Kendime bir kahve söyledim. Biraz sonra basın danışmanı geldi. Sessiz bir çocuktu bu genç.
“- Nasıl gidiyor?” Diye sordum.
“- Abi keşke menajeri de gelseydi Afrodit’imizin. Ben basın mensuplarının taleplerine sorularına yetişemiyorum değil ki konser taleplerine yetişeyim. Ama hep telefonlarını aldım. Dönünce esaslı bir çalışma bekliyor.” Dedi.
“- Hadi hayırlısı!” Dedim.
Derken bizim besteci kardeş de geldi.
“- İş ciddileşiyor abi!” Dedi.
“- Nasıl yani?” Diye sordum.
“- Abi bu finallerin temposuna yürek dayanmaz hale geldi. İnşallah bir aksilik çıkmaz.” Dedi.
“-Hiçbir şey olmaz! Sen sıkma canını! Her şey olacağına varır.” Dedim.
Sohbete dalmışız. Afrodit’imiz yanı başımıza kadar gelmiş ayakta duruyordu. Üzerinde yine o şeker pembesi kıyafeti vardı. Ne kadar da yakışıyordu kendisine.
“- Hazır mıyız bebeğim?” Diye o yumuşak sesi ile sordu. Hep birlikte ayağa kalktık.
Araçlar kapıya yanaşmıştı bile.
Afrodit’imiz limuzinine şan öğretmeni ile birlikte bindi. Ben de kadillak’a besteciyi de aldım. Basın danışmanı ile teknik danışman arkadaki minibüse bindiler ve araçlar peş peşe hareket etti. Yolda giderken her zamankinden fazla polis arabasının olduğu dikkatimi çekti. Hemen hemen tüm kavşaklarda ve yol üzerinde gerek motosikletli, gerek araçlarla çok fazla sayıda güvenlik personeli göze çarpıyordu. Konser salonuna yaklaştıkça uzaklardan hoş bir sesler kulağıma gelmeye başladı. Kulak verdim. Evet evet. Oldukça da ritmikti. İyice yaklaştığımda sesler iyice belirginleşmişti. Son virajı dönüp de konser salonu görününce gözlerime inanamadım. Konser salonunu çevreleyen tüm yollar sıra sıra davulcular ve zurnacılarla dolu idi. Ben diyeyim yüz davul zurna siz deyin iki yüz! Hepsi bir ritm tutturmuş çalıyor da çalıyordu. Hemen hepsi de coşkulu havalardan çaldıklarından insanın kanı kaynamak değil köpürmek noktasındaydı adeta… kadillakın camını açıp el sallayarak selamladım. El salladığımın farkına varanlar zurnanın zırt sesi ile karşı selamlama yaptılar. Ha ha ha ha şu bizim milletimiz bir alem bir alem.
Kadillak arka kapıya doğru yöneldi. Ama aracın içinde beni tanıyan bir iki davulcu ile zurnacı bulunduğum yere doğru seğirtti. Ben araçtan inerken başladılar coşkulu bir havaya, epey keyiflenmiştim. Cebimde bir yüz kağıt vardı. Çıkarıp zurnacıya toka ettim.
*”- Aranızda paylaşın!” Dedim. Oraya davul zurna ile gelenler bizim gönüllü insanlarımız idi. Sadece desteklemeye gelmişlerdi biliyordum. Amaçları alatura, parsa, bahşiş filan hiç değildi. Ama kıymet bilinmesi, takdir edilmek kimin hoşuna gitmez? Kimin gururunu okşamaz… Onlarda coşup iyice kuvvetli davula vurmaya, zurnaya yüklenmeye başladılar. Ben de aşka gelip başladım mı bahriyeli çiftetellisi oynamaya… Şamatayı duyan pek çok davulcu ve zurnacı koşa koşa bulunduğumuz yere gelmez mi? Arka kapı panayıra döndü. Aşırı gürültüye içeriden pek çok güvenlik elemanı fırlayıp geldi. Eh! Tadını kaçırmayalım. Yavaş yavaş durdum.
“-Hadi çocuklar! Bu kadar yeter! Tamam artık gidin!” Dedim.
Gitmezler! Dürülülü dürülülü çalmaya devam ederler…
“-Yav! Tamam!” Derim. Yok! Dürülülü dürülülü…
“-Beyler bende para bitti. Para mara yok üzerimde! Yapmayın! Beni zor durumda bırakmayın!” diye haykırıyorum. Yok! Şımarıyorlar, sevimlilik yapıyorlar mutlu mutlu eğleniyor bizim insanlarımız işte… Benim zorda olduğumu veya bu göstericilerin fazla ileriye gittiğini zanneden bir iki toy ve de çaylak güvenlik görevlisi bellerindeki tahta coplara, şok cihazlarına davranacak gibi oldu… Emanete davranmaya kalkmak? Hem de bizim insanımıza? Davul tokmakları ile zurnalar bir anda kılıç gibi, gürz gibi havaya bir kalktı; güvenlikler içeri kaçtılar hemen… Bizimkiler bir iki adım atmaya kalktı, hemen ellerimi kaldırıp
“-Durun!” Diye bağırdım. Duraladılar hepsi…
“- Ulan burada o kadar oynadık kimse para yapıştırmadı. Çıkarın lan yüzer kaat!” Dedim. Hepsi birden
“-Iy ıy ıy” diye bağıra bağıra; zurnacılar zurnaları zırtlata zırtlata geriye kaçtı.
Tuhaftır bizim milletimiz çok tuhaf! Canını almaya geliyorum de! Sen Bekle ben geliyorum der! Paranı almaya geliyorum de! Vınnnnnnnnn tutabilene aşk olsun. Ha ha ha ha Şakaa şaka! Cömerttir bizim milletimiz. Gülmeklik olsun diye söyledim bu lafı.

Ortalık yatışınca bir davulcu ve zurnacı çağırdım
“- Beyler böyle girerseniz başımız ağrır. Dışarıda da fazla da uzun sürdürmezsiniz değil mi?” Dedim.
“-Yok be ağabey! Biz sizi karşılamak için, moral olması için davul zurna ile geldik. Şimdi herkes gidip arabalarının bagajlarına yerleştirecek davulları, zurnaları siz rahat olun!” Dedi. Gülümsedim. Hepsine Teşekkür edip yanlarından ayrılıp içeri girdim.

Hızla ön salona ulaştım. Bizimkileri buldum. Afrodit’imiz beni görünce çok sevindi.
“- Neredesin bebeğim. Seni merak ettik.” Dedi. “-Burada ne olmuş biliyor musun bebeğim. Biz gelmeden önce dışarıda toplanan yurttaşlarımız bir ara mehter marşı çalmaya başlamış. Burada bulunan üç kişi aşırı heyecanlanıp yere yığılmış, doktor müdahalesi ile kendine gelmiş. Bize biraz sitem ettiler. Ama yine de bizimkilerin tavrı çok hoşuma gitti. Onlarla gurur duyuyorum bebeğim.” Dedi. Gözleri nemlenmişti.
“- Onlarla hepimiz gurur duyuyoruz Sayın Afrodit’imiz. Ancak biraz daha duygusallaşırsanız makyajınız akabilir. Unutmayın ki onlar da bizimle gurur duymayı bekliyor.” Dedim.
“- Ay benim akıllı bebeğim.” Dedi.”- Ne de çok şey bilir benim şair bebeğim. Yazar bebeğim.”
Afrodit’imiz şaka maka bizi gerçekten bebeği yerine koyuyor gibi idi. Ama olsun!
Bu arada Marie yanıma yanaştı.
“- Hoş gelmişsiniz efendim!” Dedi.
”- A sağ ol marie! İyi misin?” Dedim.

Bu esnada herkes panoya bakmaya başlamıştı. Kura odasında çekiliş yapılıyordu. Bugün kazananlar yarı finale çıkacaktı. İlk üç çekiliş yapıldı. Son çekiliş yapılmadan rakip belli olmuştu. Glorya Giynır! Şarkısı ayvıl sörvayv en tempolu şarkı kategorisi birincisi idi.. yarışmaya Puerto Rico kontenjanından katılmaktaydı.asistanlar telsiz konuşmaları ile diğer ekibin yerini buldular. Onların tarafına doğru yöneldik. Salonun tam ortasında iki ekip karşılaştı. Glorya Giynır kahverengi ve kırmızı lame enfes bir kıyafet giymişti. Yaşı orta yaşın üzerinde gibi idi ancak çok zinde ve çok güçlü görünüyordu. Bu hanımefendide 40 kilo ciğer vardır diye geçirdim içimden. Öylesine güçlü bir sesi vardı gerçekten. Bildik diplomatik sahneler tekrarlandı. Benzer sözler tekrarlandı. Flaşlar patladı. Sonra basın merkezine geçildi. İyi dilekler ve başarılar dilenirken benim ceketin eteği yine çekildi.
Döndüm baktım Marie
“- Hadiii! Gidelim!” Dedi… ‘Ya sabır’ dedim içimden. ve basın merkezinden ayrıldım. Yürümeye başladık.
“-Bu seferki rakibiniz zorlu!” Dedi Marie.
“-Ben Afrodit’imize güveniyorum.” Dedim.
“-Ben de güveniyorum.” Dedi gülerek.
“-Kahve içelim mi?” diye sordu.
“-Çay yok mudur buralarda?” Dedim.
“-Olmaz mı!” dedi.”- Nasıl olsun? Siyah çay? Yeşil çay? Bitkisel çay? Meyveli çay?”
“- Normal çay olsun! Yani siyah çay!”
“- Peki!” Diyerek büfeye doğru yürüdü. Biraz sonra elindeki tepside iki karton bardak içlerinde bizim sallama çay dediğimiz poşet çaydan ve jelatine sarılmış birer dilim meyveli kek ile dönüp geldi.
İkimizin bardağına da dörder şeker attım. Dedi. Önce keki bitirip tepsiyi geri bıraktık, sonra çaylarımızı yudumlaya yudumlaya yürümeye başladık.
“- Saçlarınızı kestirmişsiniz!” Dedi
“- Ha! Evet!” Dedim.
“- Çok güzel olmuş!” Dedi.
“- Teşekkür ederim.” Dedim gülümseyerek.
“- Kızmazsanız bir şey soracağım!” Dedi.
‘Eyvaaah’ Dedim içimden.
“- Sor bakalım!” Dedim.
“- Kaç yaşınızdasınız siz?” Diye gözlerime bakarak sordu.
“- Kırktan fazla!” Dedim. Epey fazla!
Gözlerini hayretle açarak yüzüme bakmaya devam ederek konuştu.
“- Yaaaaa! Hiç göstermiyorsunuz oysa!”
“- Şimdiki zamane gençleri de pek nazik!” Dedim.
“- Hayır!” diye itiraz etti. “-Bakın ben yirmi bir yaşındayım. Oysa herkes çok daha fazla gösterdiğimi söylüyor.” Dedi.
“- Yooo!” Dedim. “-Kendine iyi davran! Sen çok güzel bir kızsın. Seni kıskananlar öyle diyor olmalılar!” Dedim.
“- Peki ya aynalar?” Dedi.
“- Bol ışıklı yerlere yerleştir aynaları ve gülümseyerek bak aynalara! Farkı göreceksin.” Dedim.
“- Sizin yaşınıza geldiğimde kimbilir ne hale geleceğim.” Dedi.
“- Karamsar olma! Daha iyimser bak hayata!” Dedim.
“- İnsan sevdiği ve sevildiği zaman daha geç yaşlanırmış diyorlar sizce doğru mu bu?” Dedi.
“- Doğru olma ihtimali yüksek bence.” dedim
“- Peki siz? Siz seviyor ve seviliyor musunuz?” Diye sordu? Bak bak bak neler de söylüyor.
“- Her insan sever ve sevilir. Yeter ki bu duygularını gösterebilsin hislerini duyurabilsin!” Dedim. “-Gençsin başarırsın! Cesur ol! Korkma! Dedim.
“- Bana moral ve cesaret verdiniz! Size teşekkür ederim!” Dedi.
“- Önemli değil! Dedim gülümseyerek! Sen iyi bir kızsın! Mutluluğu hak ediyorsun
“- Sağ olun! Dedi. bu arada salonun giriş kapısına da gelmiştik. Kapının önünde pek çok asistan genç kız ve asistan genç erkek vardı. Biz yaklaşırken sustular. Beni hafifçe başları ile selamladılar. Ben de onlara baş ile gülümseyerek selam verdim. Ve içeriye girdim. Salon hemen hemen dolmuştu bile. Geçip yerime oturdum. Bu arada bir kaç kişi ile tokalaştım. Merhabalaştım. Bu arada aklımda kafamda hep Marie vardı. Ne iyi kızdı şu Marie. Onun hakkında çok iyi duygular beslemeye başladım. Ama bu duyguları şekillendirmek için biraz daha bekleyelim hele dedim içimden…
Sonra sunucu genç erkek ile sunucu genç kız sahneye çıktılar medyaya ve izleyicilere teşekkür ifadeleri içeren kısa bir konuşma yaptıktan sonra bizim Afrodit’imiz anons edildi. Herkes ayakta alkışladı sahneye çıkan Afrodit’imizi… Afrodit’imiz saygı ile seyircileri ve jüriyi selamladı sonrasında o muhteşem şarkısına başladı…

“-Neremiiiineremiiiii
Ellerimiiiiiiii
neremiiineremiiiii
Gözleriiimiiiiii”

Salon alkış ıslık haykırışlarla yıkılıyordu. Ama sahneye bir şey atılmadı… Afrodit’imiz seyircileri ve jüriyi tekrar nazik ve saygılı bir şekilde selamlayıp sahneden çıktı.
Genç sunucu erkek ile sunucu genç kız tekrar sahneye geldiler Afrodit’imize teşekkür ettiler. ve Glorya Giynır’ı anons ettiler. bir alkış bir kıyamet ve Glorya Giynır sahneye çıktı… Önce seyircileri ve jüriyi selamladı. Sonra o muhteşem tempolu şarkısına başladı
“ -ayvil sörvayv ayvilsörvayyyv
Güm pat çat
Pat çat güm
Ayvilsörvayv ayvilsörvayv”
Şarkı çok coşkulu idi gerçekten. Glorya Giynır da güzel söyledi ama orkestranın çok iyi çalmasına rağmen sanki biraz durgun gibi idi. Belki başka bir şeye takılmıştı kafası. Belki keyifsizdi. Belki de Afrodit’imizin söylediği o muhteşem şarkının etkisinde kalmıştı. Neyse; şarkısını bitirip seyirciyi ve jüriyi selamlayıp sahneden ayrıldı. Jüri oylarını kullandı. Değerlendirme masasına gönderildi. Biraz sonra genç sunucu erkek ile genç sunucu kız sahneye geldiler. Genç kız sunucu jüriye değerlendirmesi için teşekkür etti. Bu akşamki nezih seyirci topluluğuna da ayrıca değerli eşlik ve tezahüratlarından dolayı teşekkür etti. Sanki bu akşam uslu durduğunuz için çok mutluyuz der gibi idi.
Sonra genç erkek sunucu söze devam etti ve bu geceki yarışmacı sanatçıları sahneye davet etti. Önce Afrodit’imiz sahneye çıktı. Epey alkış aldı. Sonra Glorya Giynır sahneye çıktı. Sanki Glorya Giynır daha çok alkışlandı. Sunucu genç erkek bu akşam iki çok değerli sanatçıyı burada görmekten duyulan kıvancın seyircilerin yüzlerine yansıdığını kendilerinin de aynı duygular içinde olduğunu belirten kısa bir konuşma yaptıktan sonra zarfı yavaşça açtı. Ve zarfı okudu. Kazanan Afrodit’imiz idi… Salonda alkış sesi duyulmadı birden gökten konfeti yağmaya başladı. Salondaki seyircilerin büyük çoğunluğu nereden buldularsa ceplerini konfeti ile doldurmuşlardı. Ancak bu konfetiler bildiğimiz pul gibi küçük yuvarlak daire şeklinde değildi. Hemen hemen iki kat büyüklüğünde yani yaklaşık bir küçük madeni para kadar ve ortası delik biçimde idi. Ayrıca daha ilginci bu konfetiler rengarenk idi. Dikkatli bakılınca bu renklerin olimpiyat halkalarındaki sarı beyaz mavi kırmızı ve kahverengi olduğu kıtaları ve kardeşliği temsil ettiği anlaşılabiliyordu.
“- Ne kadar ince bir düşünce kim akıl etti ise helal olsun! O isimsiz kahramana!” dedim içimden.
Bu nazik hareket karşısında jüri üyeleri dayanamamış ayağa kalkarak seyircileri alkışlamaya başlamıştı. Derken seyircilerden de cevaben bir alkış fırtınası koptu. Ortalık sakinleştiğinde mikrofonu Glorya Giynır aldı. Afrodit’imizi tebrik etti. Seyircilerin nazik ve yüksek mesajlarına sonsuz teşekkürlerini sunduğunu bildirdi. Bu sonucun kendisine hatırlattığının; varolmaya çalışmak için fazla çabalamanın gereksizliğini, her şeyin olacağına varacağının ve sakin tempolu hayatlarda da lezzet olabileceğinin en güzel anlatımı olduğunu, daha önceden de çok düşündüğü şeyi yapmaya karar verdiğini, bir manastırda inzivaya çekileceğini sonrasında da insanların eşitliği ve mutluluğu için çalışacağını vurguladı. Çok ama çok uzun süre büyük alkış aldı.
Sonrasında mikrofonu alan Afrodit’imiz hava biraz hüzünlü olduğundan olacak
“- Beni destekleme lütfünü gösteren herkese teşekkürlerimi sunarım.” Dedi sadece. Herkes mutlu bir biçimde dağılmaya başladı. Ben de kapıya doğru yürümeye başladı. Bazı jüri üyeleri beni durdurup tokalaşıyor tebrik ediyorlardı.
Kapıdan çıktığımda Marie orada diğer asistanlarla beraber beni bekliyordu. Beni görünce sevindiği gözlerinden belli oluyordu. Birlikte koridorda yürümeye başladık.
“- Kazandık değil mi! Kazandık!” Diyordu. Sanki inanamıyordu.
“- Evet! Kazandık!” Dedim.
“- Yaşasın!” Diyerek hafif bir omuz attı. Allah allaaah! Tamam çok keyiflisin ama… Neyse! ‘Bu keyifli ortamı bozmanın alemi yok’ dedim içimden. Biraz gittikten sonra ben de ona bir omuz attım. Çok hoşuna gitti. Elleri ile yüzünü tutarak ve ses çıkarmamaya çalışarak kahkahalar ile gülmeye başladı. Biraz sakinleştiğinde
*- Çok hoşsunuz! Dedi.
*- Sen de öyle! Dedim.
Keyifle gülümsedi. Başını sallamasından çok mutlu olduğu anlaşılıyordu. Ne yalan söyleyeyim ben de çok mutluydum onun yanında iken.
Salona varmıştık. Bizim ekiptekiler de salondaydı ama yanıma gelmeyip orada ayakta kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. Belki kendi gündemleri vardır diye düşünüp yanlarına gitmedim. Marie ile laflamaya başladık. Anlatıyor da anlatıyor. Ben de başka şeyler düşünmeye başladım. Bazı şeyler kafamda şekillenmeye başladı ama biraz daha düşünmeliyim bu konuyu galiba! ‘Bazı şeylerde aceleci olmamak lazım. Hele bir yarın olsun!’ dedim içimden.

Marie Afrodit’imizi işaret etti. Afrodit’imiz salonun bir ucundan göründü. Bir anda kamera ışıkları yandı, flaşlar patlamaya başladı. Afroditimiz gülümseyerek el salladı hepsine. Asistanları ve basın danışmanı ile özel danışmanı uzatılan mikrofonları engellediler. Afrodit’imiz de sorulara hiç cevap vermedi. Sadece bir an durup havalı bir poz verdi fotoğrafçılara. Fotoğrafçılar da son sürat makinelerini çalıştırıp defalarca deklanşöre bastılar. Sonra kapıya doğru yürüdü Afrodit’imiz. Bizim ekipte kapıya yürüyordu. Kapıya yaklaştığımızda Marie ye dönüp
“- Arabayla bırakalım mı? Benim arabayı istemezsen minibüsümüz de var.” Dedim.
“- Hayır! Teşekkür ederim.” dedi. Sonra bir an duralayıp sanki bir şey diyecekmiş gibi öne doğru bir hamle yaptı.
“- Evet?” Dedim. Duraladı bir an suskun kaldı sonra başını iki yöne sallayıp
“- Yok bir şey! Önemli bir şey değildi. Size iyi akşamlar!” Dedi.
“- Sana da!” Dedim. Sonra arabaya yürüyüp bindim. Yanıma besteci kardeş de geldi. Marie’ye bir an baktığımda sanki gözleri ile bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Ah ulan gurur! Gözün kör olsun!

Besteci kardeşe dönüp
“- Salonda gündeminiz yoğundu.” Dedim
“- Ne gündemi ne yoğunluğu? Anlamadım abi?” Dedi.
“- Yaa çıkışta salonda kendi aranızda bir şeyler konuşuyordunuz ya! Belki gündeminiz vardır diye yanınıza gelmedim.” Dedim.
“- Yok abi havadan sudan laflıyorduk. Belki sizin gündeminiz vardır diye ilgisiz gibi davrandık.”
“- Ne gündemimiz varmış bizim?”
“- Abi nereden bilelim sizin gündeminizi? Bizi ilgilendirmez yani bir yerde!”
“- Bana bak atarım seni trafiğin geliş istikametine doğru!” Dedim.
Bastı kahkahayı!
“- Abi! Sendeki fizik bende olacak! Etrafta bütün manitalar sana yiyecek gibi bakıyor. Ama sen hiç etrafına bakmıyorsun bile. Hani biz de şey düşündük…”
“- Kim bakıyor? Niye bakıyor? Neden haber vermediniz daha önce? Tüh!”
“- Abi nereden bilelim…”
“- Hadi oradan!” Dedim. Camdan dışarıya bakmaya başladım.

Çok geçmeden otele vardık. Otelin müdürü gece müdürü başta olmak üzere epey kalabalık vaziyette bizi bekliyorlarmış.
Afrodit’imiz araçtan iner inmez şampanyalar patlamaya havai fişekler atılmaya başladı. Otelin müdürü Afrodit’imize bir demet kır çiçeği sundu. Sonra bizi Orient restaurant a aldılar. Bize bir masa açtılar. Bir ağırlama yaptılar. Hem de diplomatik servis kategorisinden… Sabaha kadar anlatsam bitmez. Müzisyen ikili o gece tüm şarkılarını bizim için söyledi. Afrodit’imiz. Çok mutlu idi. Besteci kardeş ile ve benimle dans etti. Hepimiz çok mutluyduk. Kahvelerimiz geldi. Nane likörleri ile kahvemizi içerken otel müdürü bizler için yarın kentin müzesine bir gezi düzenlediğini söyledi. Eğer gelmek istersek yarın saat 10.30 da… Seve seve kabul ettik.
Sonra odalarımıza çıktık. Başım yastığa değmeden uyumuşum.
Sabah oda telefonunun sesine uyandım. Arayan receptionist kız,
”- Abi günaydın! Bugün müze geziniz var gecikmemeniz için haber vereyim dedim.” Dedi.
“- Saat kaç?” Diye sordum. Başım ağrıyordu. Yav şarap bana dokunuyor arkadaş dedim içimden. Hele üzümünü bağını bilmediğim memleketin şarabını içmemeye karar verdim o an.
“- Saat 07.00 abi!” Dedi.
“- Eyvaaaaah! Geç kaldım. Yetişemeyeceğim herhalde… Hem siz daha önce niye uyandırmadınız?” Dedim.
Telefondaki ses çok ürkmüştü…
“- Efendim önümüzdeki notta sizin bugün..”
“- Şaka şaka!” Dedim “- Sağ olun kolay gelsin!” Diyerek telefonu kapattım. İçimden de ‘ulan bu kadar da erken mi uyandırılır’ diye içimden söylendim. Cep telefonu ile besteci kardeşi aradım.
“- Ben havuz başına iniyorum sen de gel istersen!” Dedim.
“- Abi ben yarım saattir havuzdayım zaten! Su çok güzel seni çağıracaktım ama uyandırmaya kıyamadım.” Dedi.
“- Tamam aga! Sen bana üç yumurtalı mantarlı bir omlet söyle! Ben beş dakika sonra oradayım.” Dedim.
Hemen şortlarımı terliklerimi giyip odadan çıktım. Asansör kattaymış zaten… Bu sabah şansım yaver gidiyor! Diye düşündüm.
Havuz başına gelir gelmez balıklama havuzun soğuk sularına daldım. Bütün vücudum ürperdi ve kan dolaşımımın hızlandığını hissettim. Tenha havuzda birkaç kulaç attım. Ve vücudumdan havuzun suları aka aka gelip besteci kardeşin yanına oturdum. Omlet gelmişti bile. Ayakta dolanan garsona doğru seslendim.
“- Delikanlı! Bir su, bir sıkma portakal suyu, bir de neskafe! Sütlü olsun! Hadi bakalım. Biraz acele olursa sevinirim.” Dedim. Sonra besteci kardeşe dönerek,
“- Akşam amma iyi idik…” Dedim.
“- Yaa öyle abi! Hakikaten çocuklar ne güzel ağırladılar bizleri!” Dedi.
“- Şarap tadımlık içki arkadaş! Ben bunu bilir bunu söylerim. Fazla içtin mi kötü…”
“- Aynı aşk acısı gibi değil mi abi! Sonra fena yapıyor!”
“- Eh! Sen bu kadarcık muhabbetten bir albüm çıkarırsın artık!” Dedim.
“- Ben hem güfteci hem besteciyim be abi! Ama haklısın notalarla anlatırım hislerimi!”
“- Benim büyük besteci kardeşim!” Dedim. Gülmeye başladı…
“- Abi maşallah bu sabah keyfin yerinde!” Dedi.
“- Nasıl olmasın be besteci kardeş! Yarışmanın seyrini görüyorsun! Doğrusu ben bu kadar başarıyı pek ummuyordum.” Dedim.
“- Valla haklısın abi. Hakikaten iyi gittik. Bakalım bu akşam ne olacak! Finale çıkabilecek miyiz acaba?”
“- Hakkımızda hayırlısı!” Dedim. Omletimi bitirmiş kahvemi yudumlamaya başlamıştım bile…
“- Bu günde müzeye gideceğiz demek!” Dedim. “-Yav biz kendi memleketimizdeki müzelere gitmiyoruz. Buradaki müzelerden ne anlarız?” Dedim.
“- Gerçekten de kendi müzelerimizi görmeyi, ziyaret etmeyi ihmal ediyoruz. Oysa biraz daha fazla kıymetini bilsek yaşantımızın akışı bile değişir.” Dedi.
“- Bence de!” Dedim… Havuzun etrafı ve içi yavaş yavaş dolmaya başladı.
“- Saat kaç?” Diye sordum. Besteci kardeş cep telefonunun saatine baktı.
“- Dokuza geliyor abi.” Dedi.
“- Ooooo hadi ben yavaş yavaş kalkayım. Biraz odada uzanayım. Sonra ancak duştur, giyinmektir…”
“- Abi ben bir kahve daha içeceğim.” Dedi.
“- İyi! Ben kaçtım!” Dedim. Ve asansöre yürüdüm.
Odada bir ılık duştan sonra yatağa uzanıp tavana bakmaya başladım. Özgürlük gibisi var mı dedim içimden… Sonra da sağlık gibisi… Para mutluluk bu ikisi var ise gelir veya gelmez. Ama özgürlük ve sağlık yok ise para da mutluluk da gelmez de gelmez, gelmez gelmez de gelmez diye düşündüm.
Sonra kalktım bir tişort giydim. Bir de kot pantolon geçirdim ayağıma… Salonda aynaya bakarak pantolonumun fermuarını çekerken çok değil yirmi beş sene önce kot pantolon diye bir şey yoktu ülkemizde hep dışarıdan geliyordu. Ama şimdi en güzelini yapıyoruz. Hele bir de benim gibi yakışıklı ise insana pek bir yakışıyor canım dedim içimden. Sonra kendi yalanıma kendim güldüm. Ardından lobiye indim.

Lobide henüz kimse yoktu. Önce şan öğretmeni hanım geldi. Pek sessiz sakin orta yaşlı bir hanımefendi idi. Aynı zamanda devlet konservatuarında eğitim görevlisi idi. Afrodit’imiz ile şahsi dostluğu dolayısı ile buralara kadar gelmişti. Yoksa kendisi sanat dünyasından ziyade eğitim dünyasının yaşam kriterlerine bağlı olduğu birlikte olduğumuz süreç boyunca belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştı zaten. Baş ile selamladım. O da selamladı. Kahvelerimizi içerken sonra basın danışmanı özel danışman daha sonra da Afrodit’imiz geldi. O şeker pembesi kıyafeti ile bu sabah ne kadar da güzel görünüyordu. En son besteci kardeş de geldi. Biraz oturduk fincanda çay içtik. Sonra minibüsün geldiğini söylediler. Topluca yerlerimizden kalkıp minibüse binmek üzere çıkışa doğru yürümeye başladık.
Oldukça yüksek tavanlı ve büyük rahat bir minibüstü bu. Şöförü bir de türkü kaseti koydu. Başladık el çırparak eşlik etmeye… Yolculuk ne kadar kısa sürdü veya bize öyle geldi. Şehir meydanındaki devlet müzesi meydanın en güzel binasıydı gerçekten.
Eski gri dev bir bina idi. Kapı girişinde sağ tarafta güvercin ve sol tarafta kartal tasviri dev heykeller vardı. Barışı ve gücü temsil ediyor olmalıydılar. Otelden yanımıza verilen iki görevli eşliğinde büyük camekanlı kapıdan içeri girdik. Turnikelerden güvenlik X-ray kapılarından da geçtik. Bir müze görevlisi bize eşlik ederek sıra ile salonları gezdirmeye başladı. Önce arkeoloji bölümünü dolaştık birkaç kemik parçası, üzerindeki izler insan eseri mi yoksa doğanın rüzgarının veya yağmurunun izi mi olduğu belli olmayan birkaç taş parçası, bir iki çatlak kırık çömlek başka ülkelerden araklanma olduğu aşikar bazı heykel parçaları filan mihmandar bir yandan her bölümde duruyor. Bir yandan da ülkesinin bulunduğu toprakların üzerindeki medeniyetlerin ne kadar eskiye gittiğini anlatmaya çalışıyordu. Sonrasında hazine bölümünü gezmeye başladık. Bir iki bazı madenlerden kral tacı tasviri, bilezik ve küpe gibi birkaç kraliçe ziynetleri, birkaç cam eşya birkaç ipekli örtüler, mutfak aletleri çaydanlıklar tencereler…
‘Ula’ dedim içimden ‘bırak Topkapı sarayını Dolmabahçe sarayını, Ankara arkeoloji müzesi, Etnografya müzesi, Antalya müzesi, Alanya müzesi, uşak müzesi, İzmir, Selçuk,bodrum, Fethiye, Kapadokya Trabzon, Van… Daha hangi beldeleri, hangi şehirlerdeki müzeleri sayayım? Hepsi bir kenarı dursun ama yüksekçe bir yerde dursun. Kapalı çarşının cevahir bedestenindeki herhangi bir dükkanda, buradaki eserlerden daha fazla ve pahada daha kıymetli eser vardır’ dedim içimden. Ama hepimiz mihmandarın öve öve anlattıklarını büyük bir ilgi ile dinliyorduk. Bir ara mihmandarımız,
“- Siz hangi ülkedensiniz?” Diye sordu.
“- Türkiye den!” Cevabını alınca biraz bozuldu.
“- Şu Topkapı sarayının bulunduğu ülke!” Dedi.
Başımla onayladım. Artık anlatımlarında fazla abartıya yer vermemeye başladı. Bu salonu kısa kesip günümüz eserlerinin sergilendiği salona yöneldik. Salonu bir gördüğümüz ilk anda şoke olduk. Mihmandarımız da kasım kasım kasılmaya başladı. O resimler, taş yontusu heykeller, cam işleri, metal işleri, eserler, neler neler… Epey fotoğraflar ve o fotoğrafların estetik çekim kaliteleri fotoğraf içerikleri… Tablolar… Hayranlıkla her birini uzun uzun seyretmeye başladık. Demek çalışınca oluyor. Dedim içimden. Bu ülkenin aydınları ve sanatçıları geçmişteki geri kalmışlıklarını son dönemde çok çalışarak nerelere kadar getirdiklerini görünce çalışmayla nerelere geliniyor tembellik olursa insan ne kadar da geri kalabiliyor diye düşünmeye devam ettim. Her eseri uzun uzun inceledik. Gerçekten de bu güzel ülkenin son yüzyıldaki sanatçıları oldukça güzel ve birbirinden değerli ve estetik eserler sunmuştu insanlığa…

Mutlu bir şekilde ayrılıyorduk müzeden… Otelden yanımıza verilen görevlilerden yetkili olanı
“- Abi sizi harika bir yere götüreceğiz öğle yemeği için.” Dedi… Yaklaşık yirmi dakika kadar sonra şehirden çıkıp dağ yoluna tırmanmaya başladık. On dakika kadar sonra tüm şehrin ve körfezin panoramik manzarasını ayaklar altına alan küçük bir düzlüğe geldik ve burada araçlardan indik. On dakika yürüdükten sonra küçük bir çağlayan ve bu çağlayanın hemen yanı başına yapılmış bir küçük kır lokantasına ulaştık. Bu işletmenin de otele ait olduğunu öğrendik. Çağlayanın sularının düşüşü büyük gürültü çıkardığından birbirimizi duymakta zorlanıyorduk. Onun için açık havadaki masalarda oturmayıp içeri geçtik. İçerisi oldukça serin ve sakindi. Bir köşede enstrümantal gitar çalan bir genç dingin parçalar çalıyordu. Az da olsa içeriye gelen çağlayanın uğultusu ile harika bir uyum oluşturuyordu bu ahenk. Hem çağlayanı hem körfezi gören bir masaya oturduk. Afrodit’imiz bu yeri çok beğenmiş olmalıydı. Çağlayan manzarasını arkasına alarak birkaç fotoğraf çektirdi.
Tatlı su balıklarından olan karışık ızgaralarımız, yeşil salata çeşitleri, zeytinyağlılar, maden suları eşliğinde mükellef bir ziyafetti gerçekten… Sonrasında Türk kahvelerimizi de manzaraya karşı içtik. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Saat 14.30a geliyordu. Kalkmak zorundaydık. Dönüş yolu iniş olduğundan mıdır nedir daha kısa süre sürdü gibi geldi bana… aynı çabucak geçen gençlik yılları gibi… Gençlik yılları hayatın iniş parkuru mu idi? Vay bize ve yaşlılığımızda karşımıza çıkacak olan hayatın yokuşları karşısındaki halimize…

Otele gelir gelmez hemen odama çıktım. Hızla soyunup duşun altına girdim. Ilık su beni rahatlatmıştı. Şampuanı saçımda köpürttüm. Sakalıma yayıp sakal tıraşımı bir çırpıda oluverdim. Kurulanmadan çıktım. Balkon kapısını açtım. Denizden gelen serin esinti odanın içini doldurmuştu. Bir müddet yatağa uzanıp öylece uzandım. Sonra kalkıp giyinmeye başladım. Kuru temizlemeciden gelmiş olan koyu gri takımı giydim yine… Aynaya baktığımda iyi görünüyorum diye düşündüm. Sonra lobiye indim. Kendime bir çay söyledim. Çay üzeri Uzakdoğu desenli porselen bir fincan içinde geldi. Nerede o ince belli cam çay bardakları? Bu fincanlarda çayın berraklığını görememek bile insanın iştahını kapatıyor. Oysa cam bardaklar? Dedim içimden… Bizim ekip birer birer gelmeye başladı. Basın danışmanı, Şan Öğretmeni, Besteci Kardeş… en son da Afrodit’imiz göründü. Şeker pembesi kıyafetleri içinde ne kadar alımlı ve zinde görünüyordu. Otel lobisindeki herkes gözlerini ayıramıyordu. Bizim Afrodit’imizden…
“- Çok bekletmedim ya bebeğim? Diyerek ayakta durmayı tercih etti. Bizim Afrodit’imiz. Bizde ayağa kalkıp kapıya yürüdük. Afrodit’imiz limuzinine şan öğretmenini ve besteci kardeşi aldı. Limuzin ağır ağır hareket etti. Ben de bana tahsis edilen kadillaka atladım. Araba hemen hareket etti. Ve limuzinin peşinden gitmeye başladık. Geniş caddelerde hızla gidiyorduk. Ancak konser salonuna yaklaştıkça trafik yoğunlaşmaya araç sayısı artmaya ve süratimiz düşmeye başladı… Bir müddet daha gittiğimizde trafik adım ilerlemeye başladı… Nerede ise dur kalk şeklinde ilerliyorduk. Önce birkaç motosikletli polis geçti yanımızdan sonra ileriki kavşakta iki polis otosunun üst ışığının yandığını fark ettim. Hemen yanında da durdurulmuş bir iki araç dışarı çıkmış birkaç adam ve en sonunda da bu araçlardan arkada olanının arka camına asılmış Türk bayrağını fark ettim. O kavşağı geçtikten sonra yol üzerindeki pek çok araçtan dışarıya doğru sallanan Türk bayrakları hatta arabanın camlarına oturarak ellerindeki Türk bayraklarını sallayan ve Türkiye Türkiye diye bağıran insanların çokluğu dikkatimi çekti. Derken önümüzdeki limuzinin içinde Afrodit’imizin olduğu fark edildi. Birdenbire kornalar çalmaya başladı. Kulakları sağır eden bir tezahürat başladı. Davullar zurnalar bağırtılar klaksonlar düdükler siren sesleri alkışlar… Bir debdebe bir tantana… Ancak buna rağmen trafik yürüyordu. Hiç kimse arabaların önüne atlamamıştı. Konser salonuna iyice yaklaştığımızda konser salonunun bayraklarla donatılmış araçlarla adeta muhasara altına alınmış olduğunu gördük. Güvenlik güçleri müdahalenin faydasız olacağını veya riskli olacağını düşündüklerinden veya daha önce böyle bir gösteriye tanık olmadıklarından oldukça şaşırmış ve izleyenler kervanına katılmışlardı. Limuzin araç konser salonunun önüne doğru ilerler iken korkunç bir tezahürat yanında birden bire çiçek yağmuru başlamıştı. Şoföre aracı arka kapıya götürmesini söyledim. Arka kapıya geldiğimizde araçtan inip konser salonunun arka girişinden binaya hızla girdim. Hızlı adımlarla ön salona doğru yürüdüm. Ön salona ulaştığımda Afrodit’imizin medya tarafından abluka altına alındığını ve soru yağmuruna tutulduğunu gördüm. Afrodit’imiz gülümsüyor ve tüm havalı görünümüne rağmen son derece tevazu ile sorulara karşılık vermeye çalışıyordu. Derken bir anda başlar yukarıya bakmaya başladı. Çekiliş yapılıyordu. Bu kez ilk çıkan isim bizim Afrodit’imizdi. Ve rakibimiz en kaliteli şarkı kategorisinin birincisi olan ‘niyork niyork’ şarkısını söyleyen dünyaca ünlü Frenk Sinatra idi. Yarışmaya Hawai kontenjanından katılıyordu. Önce bir alkış koptu. Asistanlarımızın yaptığı telsiz görüşmelerinden rakip ekibin yerini tespit ettiler. Ve o tarafa doğru yürümeye başladık. Bu arada Marie ile gözgöze geldik. Gülümseyerek selamladı. Ben de gülümsedim.
“- Hoş geldiniz!” Dedi.
“- Hoş bulduk!” Dedim.
“- Bu sefer işimiz zor!” Dedi.
“- Evet! Öyle görünüyor!” Dedim. Bu arada yürüye yürüye ilerlerken bir anda rakip ekip ile karşılaştık. Frenkie bizim Afrodit’imizi görünce gülümseyerek kollarını açtı. Sonra kucaklaştılar. Sonra yan yana durup el ele tutuştular. Frenkie bir iki parmak daha kısa gibi idi bizim Afrodit’imizden. Ama bu boy farkı fiziksel idi. Bana soracak olunursa Frenkie New York’taki özgürlük anıtından bile uzundu. İlerlemiş yaşına rağmen son derece görkemliydi. Simsiyah hafif parlak kumaştan frak tarzı kostümü adeta göz kamaştıran beyazlıkta gömleği boynunda fuları, rugan ayakkabıları ile büyük uyum içerisinde idi.
Sonra basın merkezine gidildi. Önce söz alan Afrodit’imiz
“- Şu anda çok heyecanlı olduğunu, duygu ve düşüncelerini ifade etmekte zorlanabileceğini çünkü sayın ve kıymetli Frenk Sinatra’nın kendisinin, şöhretinden çok daha etkileyici ve heyecanlandırıcı olduğunu yaşayarak ve hissederek gördüğünü…” Anlatırken… Benim etek yine çekildi. Bu sefer geç bile kaldı dedim içimden.
“- Gidelim!” Dedi.
Hiç ses etmeden dönüp basın merkezinden dışarı çıktım. Ve yürümeye başladık.
“- Kazanamazsanız final ve kapanış için kalacak mısınız? Yoksa pek çok ekip gibi gidecek misiniz?” Dedi.
“- Böyle bir durum için önceden alınmış bir kararımız yok henüz.” Dedim.
“- Ne kadar etkileyici bir adam değil mi?” Dedi.
“- Evet! Frenkie yaşayan bir efsanedir.” Dedim. Bana doğru dönüp gözlerimin içine bakarak
“- Siz de çok etkileyicisiniz.” Dedi.
“- Bak bak bak! Neler de duyuyorum.” Dedim. Kekelemeye başladı.
“-Şeyy! Bu benim fikrim değil… Diğer arkadaşlarla aramızda konuşurken onların anlatması… Çoğu kız asistan, eşlik ettikleri davetlilerden hiç memnun değil. Onun için bana; ne şanslı kızsın, konuklar arasındaki en etkileyici erkeğin asistanısın diye söylüyorlar, ondan söyledim.” Dedi.
“- Ben de öyle tahmin etmiştim zaten.” Dedim.
“- Peki benim yerime bir başka geçimsiz davetliye eşlik etmiş olsaydın uzaktan bakıp benim hakkımda sen de öyle düşünür müydün?” Dedim.
Gülümseyerek başını olumlu bir biçimde salladı.
“- Dış görünüşe aldanmamak lazım bak kaç gündür eşlik ediyorsun ben de o geçimsizlerden biri gibiyim sence?” Dedim. Önüne bakarak
“- Bilmem!” Dedi.
“- Olumsuz yönüm sence?” Diye ısrar ettim. Gülmeye başladı
“- Evet?”
“- Yok bir şey!” Dedi.

Bu arada yürürken bir büfeden dilim kek ve köpük bardaklar içerisinde çay aldık… Sonra daha önce eşlik ettiği kişilerin bazı olumsuz tavırlarından bahsetti. Kimi davetliler bu asistanları gah hizmetçi, gah sekreter yerine koymaya kalkıyorlarmış. Oysa kendilerinin sadece eşlik etme görevleri olduğunu anlamakta zorlandıklarını oysa bana eşlik görevinden büyük keyif aldığını çünkü kendisini hiç yormayıp sıkmadığımı söyledi. Sonra sustu. Anlamlı bir suskunluğa benziyordu. Ben de sustum. Bir yandan da düşünmeye başladım.
‘Ulan’ dedim içimden. ‘Ne iyi kız bu kız… Arasan bulamazsın böylesini… Sadece işini iyi yapmaya çalışan, geleceğe ait kendi projeleri olan; zengin avcısı, şöhret avcısı gibi kavramlardan uzak, güzel konuşan, dinlemesini bilen, aklı başında, eli ayağı son derece düzgün, güler yüzlü, alçak gönüllü bir kız işte. Biraz aklı başında olan her erkeğin arayıp ta bulamayacağı bir hayat arkadaşı adayı...’ Kendimi düşünmeye başladım o ünlü şarkıdaki gibi bir garip hüzün çöktü omuzlarıma… Dil farkı var… Kültür farkı var… Yaş farkı var… Ooof of! Bu esnada salon giriş kapısına da gelmiştik.
“- Ben…” Dedim.”- Programdan sonra…”
“- Ben burada olacağım.” Dedi. Arkamı dönüp içeri girdim. Tanıdık birkaç kişi ile selamlaştıktan sonra geçip yerime oturdum. Salon her zamanki gibi tıklım tıklım dolu idi. Birkaç dakika sonra sahneye sunucu genç erkek ile sunucu genç kız çıktı. Konuklara hoş geldiniz mesajları ile birlikte finale doğru yaklaşırken seyirci coşkusunun düzenleme komitesini çok mutlu ettiğini ama kontrol edilemeyecek bir taşkınlığın gerek yarışmayı düzenleyenlere gerek destek veren kişi ve kurumlara üzüntü verebileceğinin hatırda tutulması gerektiği umudunu taşıdıklarını vurguladılar.
Sonrasında genç sunucu kız sıradaki sanatçıya dair anonsunu yaptı
“- şimdi huzurlarınızda! Freeeenk sinatraaaaaaaaaa!”
Gürültülü bir alkış koptu. Sahneye çıkan Frenkie’nin elinde bir asa türevi bir baston ve başında bir fötr şapka vardı. Frenkie hafif bir baş selamı ile seyirciyi selamladıktan sonra orkestraya bir el işareti yaptı ve şarkısına başladı

“- ray ray ray rara raaay
Ray ray ray rara raaayy
Niiiiyooooork niiiiyooooooork!
…………………………………………
…………………………………………*
Efsanevi şarkıcı şarkısını bitirdikten sonra tüm seyircilerin ayağa gürültülü bir şekilde kalkışı ve ayakta alkışlaması izlemeye değerdi. Frenkie şık ve çapkın bir gülümseme ile seyirciyi selamladı. Genç sunucu kız ile genç sunucu erkek tekrar sahneye çıktı. Ve Afrodit’imizi anons etti. Yine benzer bir tezahürat salonu inletti.
Ve sahneye Afrodit’imiz çıktı. O şeker pembesi kıyafeti ile sahne ışıkları altında ne kadar güzel görünüyordu. Son derece asil bir referans ile seyirciyi selamladı. Ve şarkısına başladı.

*- Neremineremiiiiiii
Elleriimiiiiiiiiii
neremineremiiiiiiiiii
Gözlerimiiiiiiiiiiiii?
neremineremiiiiiiiii
…………………………..*
Şarkısını bitirip salondakileri eğilerek selamladığında salon alkıştan inliyordu. Alkış dakikalarca sürdü. Afrodit’imiz defalarca selamlamak durumunda kaldı ve sonunda sahneden ayrıldı. Sahneye tekrar genç sunucu kız ile genç sunucu erkek çıktı. Genç erkek sunucunun elinde sonuç zarfı vardı. Genç sunucu kız Frenkie ve Afrodit’imizi sahneye davet etti. Yoğun alkışlar eşliğinde her iki sanatçı da sahneye çıktı.
Sunucu genç kız her iki sanatçıya da teşekkür etti. Onların katılımının yarışmaya kattığı itibar ve renkten uzun uzadıya bahsetti. Aslında tüm şarkıların sevgiyi, aşkı, kardeşliği ve barışı anlattığını şarkılar arasındaki sıralamanın sadece formaliteden ibaret olduğunu ve şarkıların asıl değerlerinin gönüllerde kurulan tahtlar üzerinde yerini aldığından kimsenin kuşkusu olmaması gerektiğini vurguladı. Frenkie başını sallamaya başlamıştı. Konuşmaya genç erkek sunucu devam etti.

“- ve şimdi sonucu açıklıyorum…” Kazanan şarkı Afrodit’imizin şarkısı idi.
Salonda korkunç bir alkış fırtınası koptu. Alkışlar ıslıklar haykırmalar ortalığı inletiyordu.
Ortalık biraz sakinleştikten sonra mikrofonu Frenkie aldı. Ve konuşmasında hayatta esas olanın sevgi barış ve kardeşlik olduğunu vurguladı. Buradaki yarışma sürecinde bir kez daha anladığını, bencillik hırs ve haz duygularının insanın gelişiminin önünde en büyük engel olduğunu insanlığın bu tür ilkel duygulardan gelecekte arınacağına inandığına kendisinin de büyük şehirde yaşamaktan artık sıkıldığını büyük şehirlerin artık düzensizliğin ve kanunsuzluğun simgesi durumuna geldiğini belirtti.
Bu yarışmadan sonra bir sığır çiftliğinde yaşamaya başlamayı istediğini ve artık mısır tarlaları ile sığır sürüleri arasında toprağa yalın ayak bastığı, toprağın kokusunu hissedebileceği bir yaşamı özlediğini anlattı. Bu sırada salondaki izleyicilerin büyük çoğunluğunun yavaş yavaş ayağa kalktıkları ve bir ellerinde Türk bayrakları diğer ellerinde Frenkie’nin ülkesinin bayrakları vardı. Frenkie bu sahneyi görünce çok duygulandı. Gözleri doldu. Kardeşlik ve barış mesajı veren seyircilere teşekkür etti.ve son olarak şarkısının nakaratını biraz değiştirerek

“-Bıktığım sensin
Bıraktığım sensin
İttiğim sensin
Niii yoooork
Niiiiiiiiiii yoooooooork!”

Diye ufak bir tirat yaptı. Bu söylemi büyük alkış aldı. Sonrasında mikrofonu Afrodit’imiz aldı. Ve kendisine gösterilen ilgiye teşekkür ettiğini bu arada efsanevi şarkıcı ile aynı sahnede bulunmuş olmanın onurunu ve heyecanını yaşadığı sürece unutmayacağını söyledi. Ve ikili seyirciyi birlikte selamlarken tüm salon kendilerini ayakta alkışlıyorlardı.

Salon kapısından çıkar çıkmaz Marie ile karşılaştım. Aşırı sevinçli idi. Neşe ile gülümsüyordu. Birden iki elini bana doğru uzattı. Ellerini yakalayıp tuttum. Eğer ellerini tutmasa idim boynuma dolaması ihtimali olukça yüksek idi. Ellerini avuçlarımda tutmaya devam ettim.
“- Kazandık! Kazandık!” Diye fısıltıyla konuşuyordu.
“- Oh Tanrım ne kadar da dua etmiştim. Kabul ettiğin için sana minnettarım!” Derken gökyüzüne bakıyordu. Ellerimi hala bırakmamıştı. Elleri ne sıcaktı. Heyecandan terlemiş olmalıydı.
“ Ne tatlı kız !” diye düşündüm içimden… “içten ve samimi” sahiplenme duyusu ne kadar da yüksek… Eğer bir erkeği severse o erkek için dünya cennete dönen bir yer olmalıydı.
“- Yaratan, temiz kalplilerin dualarını kabul edermiş!” Dedim.
“- Biz ise bu duruma Tanrı sevenleri korur diyoruz.” Dedi.
“- Daha çok sevilenleri korur gibime geliyor!” Dedim. Güldü!
“- Evet! Maalesef genelde öyle!” Dedi.
“- Ellerimi bırakmayı düşünüyor musun?” Dedim.
“- Siz benim ellerimi tutuyorsunuz!” Dedi.
“- Hayır ben tutmuyorum. Bırak ellerimi!” Dedim.
“- Ben de tutmuyorum. Esas siz bırakın!” Diye karşılık verdi.
Etraftan
“-oooooooooooooooooooooooo” sesleri gelince ikimiz de aynı anda birbirimizin ellerini bıraktık. Etrafımızdakilerin bizi izliyor olabileceği nasıl da aklımdan çıkmıştı. O da utanmıştı. Yüzü kıpkırmızı idi. Yürümeye başladık.
“-İş kazası!” Dedim. Başı önde yürümeye devam ediyordu.
“- Olur bazen böyle şeyler! Hem kimseyi de ilgilendirmez!” Dedi. Üzüldüğü belli idi. Ben de üzülmüştüm. Ana salona doğru sessizce yürümeye başladık. Ana salona geldiğimizde Besteci kardeş ile karşılaştım. Sevinçten havalara uçacak gibi idi. Yanıma koşarcasına geldi. Kucaklaştık.
“- Abi süperdi. Afrodit’imiz esti sahnede ve inanılmaz bir sonuç aldı. Finaldeyiz artık. Diğer finalist adayları sahneye çıkacak. Seyretmeyecek misin? Haaa unutmadan bu akşam otelde teras barda çifte dansöz varmış. Haberin olsun!” Dedi.
“- Evet! İçeri döneceğim. Şimdi. Bir kahve almaya çıkmıştım. Desene bu akşam otelde şenlik var.” Dedim. Büfeden birer neskafe ile birer peynirli sandviç alıp bir köşede yemeye başladık. İkimiz de konuşmuyorduk. Marie sürekli yere bakıyordu. Düşünceli görünüyordu. Her halde ben de düşünceli görünüyordum. Kahvelerimizi bitirip boşları büfeye bıraktık.
“- Hadi salona dönelim artık.” Dedim.
“- Peki dedi. Salona doğru yürümeye başladık. Hala konuşmuyorduk. Ama Marie başı dik yürüyordu ve yüzünde hiçbir ifade yoktu. Salonun kapısına vardığımızda
“- Konser bitiminde sen burada…” Başını salladı.
“- İyi!” Dedim. Ve içeriye doğru yürüyüp yerime oturdum.
Bir sonraki elemenin galibi ………….. topluluğu oldu. Finaldeki rakibimiz de belirlenmişti artık.
Sonuç belli olduktan sonra salonda fazla beklemedim. Salonun hemen dışına çıktığımda Marie beni bekliyordu. Durgunluğu hala geçmemişti.
“- Hadi çıkalım.” Dedim. Ve çıkışa doğru yürümeye başladık. Yol boyunca yine hiç konuşmadık. Salona geldik.
“-İstersen dışarıda biraz yürüyelim. İyi gelir.” Dedim.
“- Evet! Buna gerçekten ihtiyacım var. İsterseniz siz gelmeyebilirsiniz.” Dedi.
“- Aaa! Olur mu hiç! Hem benim de temiz havaya ihtiyacım var. Sinirlere ve sağlığa iyi gelir.” Dedim.

Kadillak şoförünü cep telefonu ile aradım. Çıkışta kadillakla dönmeyeceğimi gece araba gerekirse kendisini cep telefonu ile arayacağımı söyledim. Sonrasında ana binadan dışarı çıktık. Yürümeye başladık. Biraz ileride yolun karşısındaki parkta bizim yurttaşlarımız davul zurna ile halay çekiyorlardı. Aşağı yukarı yüz-yüz elli kişi vardı parkın içinde. Yaklaşık yirmi dakika yürüdük.
Akşamın bittiği ve gecenin başladığı artık iyice kararan havadan anlaşılıyordu. İş günü bitmiş artık gece yaşantısı başlamıştı. Gerçi gece yaşantısı başladığında pek çok kişi için de iş günü başlangıcı sayılırdı. Sokak lambaları, araç farları, evlerin ışıkları ve dükkanların tabelaları artık yanmaya başlamış ve bu turistik şehir bambaşka bir güzelliğe bürünmüştü.
Yolda yürürken sıra sıra cafelerin, restaurantların önünden geçiyorduk. Hepsinin geniş cadde üzerinde masa ve iskemleleri de vardı. İsteyen içeride isteyen de yol kenarında oturabiliyordu. Birden bire bir tabelada “Döner Kebap” yazısı dikkatimi çekti.
“- Ben acıktım.” Diye haykırdım. Her halde gurbet elde döner kebap bulmuş olmanın getirdiği sevincin dışa vurumuydu bu haykırışım.
“- Bende!” Dedi.
“- Bak burada döner kebap yapıyorlarmış. Döner kebap nedir bilir misin?” Dedim.
“- Evet! Çok severim.” Dedi başını hafifçe öne eğerek.
İçeri doğru yönelip kapıdaki şef garson görünümlü kişiye
“-şu anda da döner kebap var mı?” Diye İngilizce sordum.
Şef garsonun gözleri hayretle açıldı ve sonrasında
“- Ooo Abi hoş gelmişsiniz! Ne demek? Olmaz mı? Olmaz ise de hemen yaparız. Buyurun buyurun!” Diye Türkçe karşılık verdi. Şef garsonun Türkçe konuştuğunu görüp te kim gelmiş diye başını dışarı çeviren pek çok cafe çalışanı
“- Ooooo Abi hoş geldin!” Diye yanıma koşuyor! Benimle tokalaşıyor, kucaklıyor, Marie’ yi de baş ile selamlıyorlardı.
“- Nereye oturalım?” Diye şef garsona sordum.
“- Abi mekan sizindir. Beğendiğin yere geç. Bak cadde kıyısındaki şu masa güzel! Önü kapanmaz şekilde deniz görüyor!” Dedi.
“-He valla sanki boğaz manzarası!” Dedim.
“-Deme be abi! Yapma! Aklımıza getirme! Zaten gözümüzde tütüyor memleket!” Dedi.
“-Oooooof of! Gurbet acı! Dedim. Neyse, bize iki tabak yaprak döner kebap! Tepeleme dolu olsun.” Dedim.
“- Hemen abi!” Diyerek uzaklaştı şef.
Bir yerde mi okumuştum bir filmde mi görmüştüm tam hatırlamıyorum ama Hayvansal gıda, özellikle kırmızı et proteininin insana çikolatadan bile fazla mutluluk hissi verdiğini en iyi lezzetli kırmızı et proteininin ise mangal kömürü ateşinde pişmiş yaprak döner olduğu tezini hatırlıyordum. Bu konudaki bir iki denemem de bu tezi doğrulamıştı önceden.
Şef garson arkasında dev bir tepsi taşıyan bir personel ile masaya geldi.
“- Abi bunlar garnitürlerimiz.” Diyerek masaya on beş küçük tabak bıraktı. Tabaklarda neler yoktu neler… Mevsim salatası, domates söğüş, salatalık ve biber turşusu, tulum peynir, tereyağı, beyaz peynir, ezme salata daha pek çok soğuk salatalar mezeler…
Marie bu kadar çok tabak yiyeceği görünce ürktü biraz…
“- Masaya başkaları da mı gelecek?” diye sordu.
“- Hayır! Sadece ikimiz için!” Dedim. Bu arada şef garson elindeki tepside iki dev tabak içleri de tepeleme yaprak döner dolu olarak çıktı geldi. Her bir tabakta en az yarım kilo ben diyeyim bir kilo yaprak döner vardı. Marie gülümseyerek küçük bir çığlık attı.
“- Bunun hepsi benim mi?” Gördüklerine inanamıyor gibi bir hali vardı.
“- Evet!” Dedim. Gülümsediğini görünce de ‘vay canına yaprak döner hakikaten mutluluk veriyormuş. Kız daha kokusunu aldı gülmeye başladı. Hele birazcık yesin masanın üstüne çıkar oynar şerefsizim.’ Diye düşündüm içimden.
“- Ben bunu bitiremem.” Dedi.
“- Kendini zorlama! Canın ne kadar istiyorsa o kadar ye… Bak masada pek çok tabakta salatalar da var. Hemen hepsini bilirim. Lezzetlidirler.” Dedim.
Bu arada şef garson
“- Abi heyecandan sormayı unuttuk. İçecek ne alırsınız?” Dedi.
“- Bana ayran!” Dedim. Sonra marie ye dönerek
“- İçecek ne istiyorsun?” Diye sordum. Soran gözlerle bana baktı.
“- Şarap!” Dedi.
“- Boşver şarabı! Kafayı başka zaman çekeriz!” Dedim.
“- Sadece bir yudum! Söz! Lütfen!” Dedi.
“- İyi! Hanım kıza da bir kadeh kırmızı şarap iki şişe de su!” Dedim.
Şef garson “- Derhal abi!” Diyerek uzaklaştı.
Marie çatalı ile salatalardan küçük parçalar alarak yemeye başladı. Sonra bir iki çatal dönerden aldı. Bu arada şef garson içeceklerimizi getirdi. Masaya bırakırken
“-Abi istersen Türk rakısı da var! Bir duble rakı iyi gider!” Dedi.
“- Yoo yo! Sağol! bir kişinin aracı kullanması gerekir. İkimiz de sarhoş olursak kaza kaçınılmaz!” Dedim.
“-Peki Abi sen bilirsin!” Dedi gülümseyerek.
Derken bir komi iki küçük yanan kandil getirdi masaya. Renkli yağlar vardı şeffaf şişelerinin içinde. Ve yanarken hoş bir koku yayıyorlardı etraflarına…
‘Ulan’ dedim içimden. ‘Enfes bir hava var! Enfes bir manzara var! Enfes bir kız karşımda oturup bana bakıyor. Önümde enfes bir masa var! Masada enfes salatalar var! Enfes görünen ve enfes bir koku yayan döner kebap var! İnsanı mest eden her şey zaten var! Rakı da olmayıversin. Haaa biri olmaz ya da birden fazlası olmaz yanında insanın; o zaman o boşluğu en iyi rakı doldurur mu doldurmaz mı o zaman tartışırız azizim.’

Marie lacivert cekedini çıkarıp yanındaki iskemlenin üstüne koydu. Üstünde beyaz gömlek ve boynunda renkli bir ipek fular vardı. Kıyafetini lacivert bir pantolon tamamlıyordu.
Bende ceketimi çıkartıp iskemlenin arkasına koyacakken garson yetişti hemen.
“- Abi lütfen!” Dedi. Ve ceketlerimizi alıp gitti.
“- Nasıl gidiyor?” Diye sorup göz kırptım.
“- Harika!” Dedi Marie..
“- Ben zaten döner kebabı çok severim. Lisede iken arkadaşlarla okul çıkışında sık sık okul yakınındaki büfelerden alıp yerdik. Mezun olduktan sonra da arada bir annemle dışarı çıkıp döner kebap sefası yapıyoruz. Ya da bazı akşamlar eve dönerli sandviç götürüyorum.” Dedi. sonra kadehini bana doğru uzattı. Ben de ayran bardağını kaldırdım. Bir müddet göz göze öylece kalakaldık. Kadehimizi ne için kaldırmıştık ki?
“- Gelecekte bekleyen başarı ve mutluluklara!” Deyiverdim. Gülümsedi ve kadehini kadehime hafifçe dokunduruverdi.
“- Tüm dileklerin gerçekleşmesine!” Deyiverdi.
“-Hadi bakalım Öyle olsun!” diyerek ayran bardağımı havaya kaldırdım. Ve bir yudum aldım. Marie de şaraptan bir yudum alarak kadehi önüne bıraktı. Bir yandan yemeğimizi yerken bir yandan da sohbet ediyorduk. Daha doğrusu Marie anlatıyordu. Çocukluğu, okul yıllarındaki ilginç anılar, arkadaşları, çıktığı tatillerden anılar… Anlatıyor anlatıyordu… ve onun anlattıklarının benim aklıma getirdikleri… Bu kez de ben başladım anlatmaya ben anlatırım o güler o anlatır ben gülerim. Dakikalar da zaman da akıp gider. Yemeğe de sohbete de doymuştuk. Şef garsona baktım. Hemen yanıma geldi.
“- Abi tatlılarınız geliyor!” Dedi.
“- Ne tatlısı?” Dedim.
“- Abi dondurmalı kazandibi!” Dedi. Ula hakikaten çok severim sütlü tatlıları.
“- Abi bu arada içeriye bir gelsen bak sana ne göstereceğiz!” Dedi.
Ben kalktım. Marie de kalktı. İçeriye gittik.
İçeride bir duvarda hep Türkiye’yi anlatan motifler resimler yazılar… Ve bir minik duvar halısında Afrodit’imizin resmi!
“-Bunu ne zaman yaptılar?” Diye haykırdım
“- Valla abi çarşıda peynir ekmek gibi satılıyor! Kim ne zaman yapmış bilmiyoruz. Çarşıda Afrodit’imizin resminin olduğu tişörtler bardaklar posterler kapış gidiyor.” Dedi
Masaya döndük. Biraz sonra dondurmalı kazandibi geldi! Gerçekten de çok lezzetliydi kazandibi. Hele üzerindeki Maraş usulü dondurma nefisti. Peşinden Türk kahveleri de geldi. Şekerli! Sofra tek kelime ile mükemmel idi.
Şef garsona başımla teşekkür ettikten sonra hesap işareti yaptım.
Başı ile olur mu dedi hesap yok mu dedi anlayamadım. Yanıma çağırdım.
“- Hesabı rica edelim.” Dedim.
“- Abi olur mu misafirsiniz. Yapmayın. Böyle konuşmayın.” Dedi.
“- Tamam hemşerim çok güzel ağırlandık. Ama hesap gelsin. Tamam mı canım hadi bakayım.”
“- Abi üsteleme! Lütfen! Tamamdır! yapma allahaşkına!”
Konuşma gittikçe tartışmaya dönüşüyor, diğer masalar dönüp bakmaya başlamıştı.
“- Hasta etmeyin lan adamı!”
“- Elini ayağını öpiiim abi…”
“- Hesabı getirsene ulan alçak! Dedim.”
“- Abi esas hesabı getiren senden alçak.” Dedi.
“- Bırak gevezeliği de hesabı getir ulan şerefsiz!” Dedim.
“- Burada ısrarla hesap isteyen hesabı getirenden şerefsiz!” Dedi
“- Ulan sana bi kafa yapıştırırım hesap getirmemek ne imiş anlarsın…”
“- Abi aha bu iskemleyi kafama vursan yine de sana burada hesap gelmez bilesin.”
Konuşulanları anlamadığı için bizim kavga etmeye başladığımızı zanneden Marie paniğe kapılarak haykırdı.
“-Tamam tamam ben ödeyeceğim. Kaç para olursa olsun. Lütfen kavga etmeyin…” Gözleri dolmuş, dokunsalar ağlayacak hale gelmişti. Kısa kesmek zorunda kaldım.
“- Ulan bunu yanınıza bırakırsam…” Dedim.
“- Abi dükkan senin her zaman bekleriz. Aşk olsun!” dedi.
“-Böyle yaparsanız zor gelirim!” Dedim.
“- Neyse bir dahaki sefere hesap alırız Abi sen yeter ki gel! Kih! Kih!” Dedi.
Marie’ye dönüp sakin olmasını söyledim.
Ceketlerimizi istedim. Kalktık. Tüm personelle tokalaştık. Kucaklaştık. Şef garson Marie’ye vermem için bana bir küçük gül verdi.
Gülü Marie ye verdim. Çok sevindi. Lokantadan ayrıldık.
----------------------------------------
Sahile doğru yürümeye başladık. Ceketimin kolundan tutup sarsarak
“- Neler oldu? Ben bir şey anlamadım.” Dedi.
“- Hesap almadılar!” Dedim.
“- Hesap almadılar mı? Ben fazla hesap getirdiler siz de itiraz ediyorsunuz zannettim. Demek onca gürültü hesap gelmemesi yüzünden öyle mi? Hem niye hesap gelmiyor?”
“- Bizi misafir olarak gördüklerinden dolayı para almadılar!” Dedim.
“- Peki ama az kaldı kavga ediyordunuz!”
“- Kavga mı? Kim demiş? Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri…”
“- Yumruk gösterdin, kafa atıyormuş gibi yaptın!”
“- Eee ne var bunda?”
“- O da iskemleyi gösterdiydi!”
“- Abartacak bir şey yok! Tatlı tatlı sohbet ediyorduk. Böyle olur bizim memleket insanının tatlı sohbeti.” Dedim.
“- Tuhaf!” Dedi. “-Tuhaf insanlarınız var sizin millette. Anlamak oldukça zor. Ama anladıkça kanı ısınıyor insanın.” Bu sözleri söylerken bana bir omuz attı. İrkiliverdim. Dirseğime çarpan diri göğsü bütün bedenimi bir anda gerdi. Ne kadar zinde ve diri bir kız dedim içimden. Yürümeye devam ettik. Ve yürüye yürüye liman kıyısındaki parka geldik. Denize bakan banklardan birine oturduk. Park biraz loştu. Ya da kıyıya demirlemiş gemilerin ışıkları parkı loş hale getiriyordu. Açık gökyüzünde mehtap ve yıldızlar vardı. Deniz üstü yakamozlar ışıl ışıldı. Ne kadar da romantik bir gece idi. Hani tek eksik gitar çalan biri ve yakılan ateş idi nerede ise…
Marie sol yanımda oturuyordu. Bana biraz daha sokularak
“- Çok teşekkür ederim size!” Dedi.
“- Arada bir olur böyle kazalar! Umarım sakinleşmişsindir!” Dedim.
Uzun bir sessizlik oldu.
“- Daha önce böyle bir kaza olmadı. Böyle şeylere yüz veren kızlardan değilim ben!” Dedi.
Bu yanıtla şoke olmuştum. Bozuntuya vermemeye ve toparlamaya çalışarak
“- Demek istediğim senin iyi niyetini yanlış yorumlayabilecekler için değildi. Onlar kötü. İyi olan sensin.” Dedim.
Bana biraz daha sokularak
“- Neyse! Bunları anmak istemiyorum şimdi.”” Dedi. Başını hafifçe omzuma yasladı. Çiçek aromalı çok güzel bir parfüm kokusu alır gibi oldum. Tanıdık bir parfümdü bu biliyordum. Ama her parfüm ten ile birleşince bir başka kokuya dönüşür diye bir şehir efsanesi vardır ya. Bu kesinlikle doğru olmalı. Çünkü Marie’den yayılan kokunun baş döndürücülüğü bu tezimi doğruluyordu.
İyice gerilmiştim. Bir an içimden ulan at elini omzuna kızın çek kendine doğru. Yapış dudaklarına, dudaklarını öperken de al göğüslerini avuçlarının içine ez ellerinin arasında… Etrafta banklar üstünde ve çimlerin üzerinde pervasız bir biçimde sevişenler vardı zaten. Şimdi bir ufaktan sevişmeye başlasak? Sonrasında gece kim bilir nerede biter diye düşündüm. Haz tatmini gerçekten de keyif veren bir duygu idi.
Peki ya masumiyet? Romantizm? Bu iki yüksek ve asil duygu yanında haz ve dürtü tatmini çok ucuz kalıyordu. Marie aklımdan geçenleri anlamışçasına yüzüme bakmaya başladı. Ve fısıltılı bir sesle kulağıma bir şarkı söylemeye başladı. Bu şarkıyı daha önce hiç duymamıştım. Sözlerinin ne anlama geldiğini de anlayamıyordum. Ama çok güzel melodisi olan hüzünlü olduğu her halinden belli ağır tempolu bir şarkı… bu bir aşk şarkısı olmalıydı. Şarkı bittiğinde ikimizde sustuk. Birbirimizin gözlerine bakıyorduk. Gülümsedim.
“- Çok güzel bir şarkı bu. Eminim iyi şeylerden bahsediyor.” Dedim.
“- Evet, hüzünlü bir aşk şarkısı!” Dedi.
“- Yarışmada sen bu şarkıyı söylüyor olsaydın benden çok yüksek puan alırdın emin ol!” Dedim.
“- Yarışmada olmak, yüksek puan almak bana şimdi duyduğum mutluluğu vermezdi siz de buna emin olun!” Dedi. İşi pişkinliğe vurdum.
“- Böyle düşünmeni sağlayabildi isem ne mutlu bana!”Dedim. “-Seni jüri yapsınlar! Beni de asistan olarak alsınlar! Bak! Eşlik ettiğim kişi ne kadar mutlu!” Dedim.
Bu sözlerime çok güldü.
“- Alem adamsınız. Hadi kalkalım. Buradan sıkıldım.” Dedi.
“- Patron sensin!” Dedim. Kalkıp mendireğe doğru yürümeye başladık.


Mendirek yolunun her iki tarafına dalgakıran amaçlı yüksek kayalar yerleştirilmişti. Bu bölge daha loş ve tenha idi.
“-Kayaların üzerinde oturalım mı? Buradan dalgaların sesini dinlemek çok güzel!” dedi.
“- Üstümüz kirlenir. Kayalar çok temiz değildir.” Dedim.
“- Evde yedek kıyafetim var! Hadi lütfen!” dedi. Önce oturacak güzel bir yer bulduk. Burası kayalıkların önünde yoldan geçenlerin kolayca göremeyeceği kuytu ve loş bir yerdi. Ceketimi çıkardım. Benim oturacağım yerin yanına astarı yere gelecek şekilde serdim.
“- Sen buraya otur!” dedim. Bu davranışımı hayranlıkla izlediğinin farkındaydım.
Önce ben oturdum kayanın üzerine. ‘Ulan bu kayalarda kaya gibi sertmiş’ dedim içimden. Sonra soluma da Marie oturdu. Sırtımızı kayalara yaslayıp gökyüzünü mehtabı yıldızları seyretmeye başladık.
“- Yıldızlar ne kadar birbirinden uzakta ve yalnız!” Dedi.
“- Ha ha! Benim ülkemde yıldızların yalnızlığı ile ilgili pek çok şarkı var!” Dedim.
“- Birini söyle lütfen! Lütfen!” Dedi. ‘Haydaaaaa’ dedim içimden.
“- Sesim güzel değildir.” Dedim.
“- Mırıldan o zaman! Lütfen!” Dedi. Bana da iyice sokulmuştu.
Ben de son derece neşeli bir tulumbacı türküsü olan “yangın olur biz yangına gideriz” türküsünü mırıldanmaya başladım. Burun buruna gelmiştik.
“- Çok hüzünlü!” Dedi.
“- Evet! Öyledir.” Dedim.
Hele bu şarkıyı dinlerken yıldızlara bakarsan hüznü daha iyi hissedersin. Dedim.
“- Dizlerine başımı koymak istiyorum izin verirsen.” Dedi.
“- Yoruldun galiba! Hadi bakalım öyle olsun!” Dedim. Uzanıp başını dizlerime koydu ve yıldızları seyretmeye başladı.
“- Lütfen yine şarkı söyleyin. Sesiniz bana güven ve huzur veriyor.” Dedi.
Ben de “biz heybelide her gece mehtaba çıkardık” türküsünü mırıldanmaya başladım.
“- Bu da çok hüzünlüye benziyor.” Dedi.
“- Yooo! Bu çok neşeli bir melodidir.” Dedim. Çok sevindi.
“- Ne güzel! Kendimi daha iyi hissetmeye başladım.” Dedi. Yarım sırtüstü dizlerime yatmış gökyüzünü seyrediyordu. Sol kolumu kolunun üzerine koyup omzunu tuttum. Teni ne kadar sıcaktı. Ve sağ elimle saçları ile oynamaya başladım. Bu davranışım onun çok hoşuna gitmişti. Şımarık şımarık gülmeye başladı.
“- Ne kadar iyi davranıyorsunuz!” Dedi. “-Hiç kırmıyorsunuz! Hep böyle misiniz insanlara karşı?”
“-Her zaman değil. Restaurantta gördün!”
“- Sahi ya! Ne kadar kızmıştınız. Ne kadar çok korkmuştum. Ya başınız belaya girse idi?”
“- Ben korkuları ile yaşayanlardan değilim canım. İnançları ile yaşayanlardanım. Dolayısı ile hep mutlu olan taraf ben ve etrafımdakiler olur. Mesela sen!” Dedim.
“- Evet! Evet! Evet! Gerçekten çok haklısınız. Sizi şimdi daha iyi anlıyorum.” Dedi.
“- Sen bu etkinliğin en güzel asistanı olmakla kalmayıp aynı zamanda en akıllı asistanısın da!” Dedim. Gülümseyerek teşekkür etti.
“- Ama en tembel asistanı olmaya adaysın aynı zamanda. Saat kim bilir kaç oldu. Yarın final var. Biz burada lak lak yapıyoruz. Heey! Oyun bitti. Rüya bitti. Uyan artık. Nerede ise sabah olacak!” Dedim.
“- Yapmayın lütfen. Gün ışıyana kadar böyle kalalım. Yarın zaten son gün. Program da çok yoğun olur. Böylesi bir ortamı ikimizde bulamayız. Anı yaşayalım. Gün doğuşunu seyredelim beraber! Ne olur!” Dedi.
“- Saat çok ilerledi. Evde bir annen var! Merak eder. Dinlenmen de lazım!” Dedim.
“- Annem sizin yanında olduğumu biliyor.” Dedi. “-Sizin yanınızda öyle dinleniyorum ki…”
“- Omuzlarından tutup dizlerimin üzerinden zorlukla kaldırdım. Yine burun buruna geldik.”
“- Size çok teşekkür ederim. Çok farklı ve güzel bir gece bu yaşadığım.” Dedi.
“- Tamam canım! Seni eve teslim ettiğimde gece senin için bitmiş olacak! Sonra ben otele ulaşacağım. O zaman da benim için bitmiş olacak.” Dedim.
“- Eğer istersen bizim evde…”
“- Rahatsızlık vermeyeyim!” dedim.

Önce ben ayağa kalktım. Sonra elinden tutup onu da kaldırdım. Yerden ceketimi de aldım. Elimi bırakmaya hiç niyetli görünmüyordu. Kayalıklarda yürürken topuklu ayakkabıları yüzünden dengesini kaybetmesin diye el ele tutuşup yürümeye ses etmedim. Final hakkında konuşmaya başladık. Taş yola çıkıp epey gittiğimiz halde hala el ele olduğumuzun farkına vardım. Saate bakmak gerekçesi ile el ele tutuşmaya son verdim. Cep telefonunun saati gece yarısının geçtiğini söylüyordu.
“- Saat yirmi dördü geçmiş. Bir taksiye binelim.” Dedim.
“- Gerek yok! Oldukça yakın. Yürüyerek gidelim. Sizin ile yürümeyi çok seviyorum.” Dedi.
“- İyi!” Dedim. Benim de halimden şikayetçi olduğum yoktu… Yürümeye başladık. Tekrar bir ezgi tutturdu. Ezginin bazı yerlerini özellikle kulağıma yaklaşarak söylüyordu. Bir ara ayakkabılarının bağını düzeltmek için yere çöktü. Kalkmak için yardım istedi. Yine elinden tuttum. Bir müddet aksaya aksaya yürüdü. Elimi bırakmamak için iyi numara idi doğrusu.
“-İstersen oturup dinlenelim!” Dedim.
“- Yok! Yok! Kendim yürüyebilirim sanıyorum.” Dedi. El ele yürümeye devam ettik…
Eve yaklaşmıştık.
“-Evde bir kahve ikramımı ret etmezsiniz umarım.” Dedi. Evin ışığı yanıyordu. Bahçeden içeri girdiğimizde annesi kapıda belirdi. Annesi benden birkaç yaş daha büyük gibi gözüken zayıf sarışın temiz giyimli saçını atkuyruğu bağlamış zarif Bir kadındı. Telaşlı gibiydi genç kadın.
“- Merak ettim ama!” Dedi.
“- Anneciğim söylemiştim! Bak gel seni tanıştırayım.” Dedi. Annesini yanıma getirdi. Benimle tanıştırdı. Annesi de güler yüzlü kadındı doğrusu. Marie bana dönüp
“- İsterseniz siz bahçede oturun annemle! Ben kahvelerinizi yapıp geleyim.” Dedi. Annesi
“- Ben yapardım kahveleri.” Dedi Annesi. Elbiselerimizdeki tozlanmalar ve kırışıklar genç kadının dikkatinden kaçmamıştı. Pek bozuntuya vermek istemedi ama her ne kadar kızının mutlu hali onun içini biraz rahatlatsa da merak içinde idi. Bana dönüp
“- Sonucu televizyondan öğrendik. Finale çıkmışsınız tebrik ederim. Benim kız hep sizden bahsediyor. Sizi ve sizin ekibi çok sevmiş sanırım. Oysa daha önce işinden pek bahsetmezdi.” Dedi. Bu imalı sözlere,
“- Sanırım kızınız işini severek yapmaya başladı. Eh buna bir nebze katkımız oldu ise insanlık adına mutluluk duyarız.” Dedim. Kadının ‘seni koca kurt’ diye düşünmeye başladığını hissettiğimden midir nedir; ayrıca kızınızın da çok iyi yetiştirilmiş seviyeli ve ölçülü bir yapısı olduğunu zeki soğukkanlı ve yardımsever bir yapıda olan böylesi bir evlat ile ne kadar övünse az olacağını ekleyerek gönlünü almaya çalıştım. Annesi de bir hastanede hemşirelik yaptığını, kızının eğitimini bitirmesini ve kendi işini yapmasını istediğini belirtti. Bu sırada kahveler geldi.
“- Beni mi çekiştiriyordunuz?” Dedi gülümseyerek.
“- Hayır seni övüyordum. Gelmeseydin daha da övecektim.” Dedim.
“- Teşekkür ederim.” Dedi.
Bir yandan sohbet ettik. Bir yandan da kahvelerimizi içtik. Hanım bir kadındı annesi.
Saat epey geç olmuştu. İzin isteyip ayrılırken her ikisi ile de tokalaştım. Marie tokalaşırken elimi az kalsın bırakmayacak gibi idi...